trenfrderu
 
 
 

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 74 53

Loading...
Şile adını Ballıbabagiller familyasından, halk arasında mercanköşk olarak bilinen mevsimlik çiçekli bir bitkiden almaktadır. Şile’nin M.Ö. 7. Yüzyıla uzanan tarihinde Frig, Roma, Bizans, Selçuk ve Osmanlı İmparatorlukları yer almıştır.

İlk yerleşenlerin Bitinler olması nedeniyle bu bölge Bitinya olarak anılmıştır. Türkler bu bölgeye Osmanlılar zamanında yerleşmişler. 1350 yıllarında Orhan Bey zamanında Şile’nin civarına, 1450 yıllarında da Yıldırım Beyazıt zamanında Şile merkeze yerleşmişlerdir. Şile ilçe merkezindeki mahalle adları Yıldırım Beyazıt’ın akıncı beylerinin adlarıdır.

Şile 500 yıl Osmanlı Hükümdarlığında kalmış, 1918 Mondros Antlaşması ile İngilizlere bırakılmış ise de Kurtuluş Savaşı sonrası 7 Ekim 1922’de tekrar Türklerin egemenliğine geçmiştir.

Şile Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Belediye yapılmış, İstanbul’a yakınlığı, tabiat, ve kültür varlıklarının zenginliği ile turistik bir ilçe olarak tarihteki yerini almıştır.

Şile’nin sahip olduğu bu zenginlikler önemli bir potansiyeldir. Bu nedenle özenle korunarak, özellikle yatırımlarla gelişecek olan Şile; Turizm, Eğitim, Sağlık, Spor, Kültür ve Sanat Merkezi olacaktır. Yaşayan kültür varlığı Şile Bezi adına düzenlenen “Uluslararası Şile Bezi Kültür ve Sanat Festivali” sosyal ve ekonomik yaşama renk ve katkı sağlamaktadır.

Şile İstanbul’a yakınlığı, yeni açılan karayolunun getirdiği ulaşım kolaylığı ve hava yolu ulaşımına kazandırılan Kurtköy’deki Sabiha GÖKÇEN Havaalanı ile her zaman ülkemizin en gözde turistik ilçe merkezlerinden biri olarak yaşayacaktır.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
0216 564 13 00

Loading...
Sultanbeyli’nin tarihi çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Roma ve Bizans imparatorluğu döneminde, Üsküdar’dan Gebze’ye kadar olan bölgenin Tekfurluk yani mülki idare merkezi olmuştur. Bugün Sultanbeyli ilçesinin sınırları içerisinde bulunan, tarihi Aydos kenti ve kalesiyle, Sultanbeyliği ovası civarındaki yerleşim yerlerinin de dâhil olduğu coğrafi bölge, antik çağ ve sonrasında, kavimler yolu üzerinde önemli bir ara istasyon durumundaydı. Stratejik konumu nedeniyle, ortaçağda ve sonrasında uzun bir süre bu merkez olma niteliğini koruyacaktı. Asya-Anadolu tarafıyla, İstanbul-Avrupa arasındaki ana ulaşım yolu (bugünkü Fatih Bulvarı yani tarihi Bağdat caddesi) bu bölgeden geçtiğinden, bütün askeri ve sivil ulaşım açısından büyük önem taşımaktaydı.

İstanbul ile Anadolu’nun bağlantı yolu üzerinde olması sebebiyle fetihten önce İstanbul’a sefer düzenleyen Türk orduları tarafından öncelikle fethedilmesi gereken bir anahtar konumundaydı. Diğer taraftan Anadolu yönünden savaşa hazırlanan Bizans ordusu bölgede toplanıp konaklıyordu. Bu özelliği fetihten sonra Osmanlı ordusu tarafından kullanılmaya devam etmiştir.

Sultanbeyli 1328 (H.728) yılında Orhan Gazinin emriyle, Akça Koca, Konur Alp ve Abdurrahman Gazi komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiştir.

Bu fetih, tekfur kızının kaleyi teslim etmesi nedeniyle kolaylıkla gerçekleşmiş ve bu hadise erken dönem Osmanlı fütuhatı içerisinde müstesna bir yer teşkil etmiştir. Kale tekfurunun kızı, kale kuşatıldığı günlerde, rüyasında önce İslam peygamberini görme lütfüne erişir. Sonra rüyasında kendisini düştüğü kuyudan kurtaran insanın, Osmanlı akıncılarının başındaki kişi olduğunu fark edince gerçeği kavrar ve onlara bir mektup yazarak kalenin çatışmasız teslimine yardımcı olur. Fetihten sonra da rüyada görmüş olduğu Osmanlı akıncı beyi Gazi Rahman (Abdurrahman Gazi) ile evlenerek Osmanlıların genişleme alanındaki diğer etnik unsurlarla sıhriyet hısımlığı kurmakta gösterdikleri hoşgörülü yaklaşımın bir numunesini göstermiş olacaktır. Bu evlilik gerek Türklerin gerekse Rumların hafızalarında uzun zaman silinmeyen izler bırakmıştır. Bu hadisenin hatıra ve izlerini taşıyan Aydos Kalesinin kalıntıları hala mevcuttur.Aydos kalesi, İzmit (Nikomedia) şehrinden (ve kalesinden) batıya doğru gidildiğinde, bu aradaki bölge içerisinde en mühim kaleydi. Kervanların yol güvenliği de dâhil olmak üzere, sonraki dönemlerde iç kale haline gelen Aydos kalesinin, İstanbul’un fethiyle birlikte, bu stratejik önemi azalacaktı.

Abdurrahman Gazi’nin kabri bugün komşumuz Sancaktepe ilçesi sınırları içerisindedir. Ayrıca Söğüt’te Ertuğrul Gazi türbesinin yanında temsili kabri bulunmaktadır.

Sultanbeyli’deki arazilerin büyük kısmına Padişahın kız kardeşi Cemile Sultan malik iken 22 Şubat 1893 tarihinde bu araziler Osmanlı Devletinin Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Hasan Hüsnü Paşaya satılmıştır.

Hasan Hüsnü Paşa vefat edince oğlu Hilmi Bey tarafından malik olduğu bu araziler 10 Haziran 1911 tarihli Bakanlar Kurulunun onayı ile Frans Flipson isimli Belçika uyruklu bir şahsa satılmıştır. Milli Mücadeleden sonra ülkemizdeki birçok batılı işadamı gibi Frans Flipson da İstanbul’dan ayrılmış ve sahip olduğu arazileri satmak istemiştir. Ancak bu arazilerin tapuları ve orman sınırları konusunda çıkan problemler nedeniyle arazilerin satış işlemini gerçekleştirememiştir.

O dönemde arazilerin sahibi olan Frans Flipson, Musevileri buraya iskân ettirmek bir yana, bu göçmenlerin bir an önce buradan ayrılmaları için hükümete müracaat etmiştir. Nihayet Birinci dünya savaşı sırasında bu Musevi göçmenler kendi istekleri üzerine Batı Avrupa ve Amerika’ya göç etmişlerdir.

Flipson’un ölümünden sonra varisleri tarafından Sultanbeyli arazileri bugünkü hissedarlara satılmıştır. Ayrıca 1945 yılında Bulgaristan’dan gelen göçmenlerin bir kısmı hükümetçe 7500 dönümlük arazi istimlâk edilerek Sultanbeyli’ye yerleştirilmiştir.

1957 yılında Sultanbeyli köyünün kurulmasına karar verilmiştir. Köyün kurulmasından sonra köy merkezinde rıza-i taksimle düzenli yerleşim merkezi oluşturuldu. Eski Ankara-İstanbul Yolu köyün içinden geçmekte idi. Köyün kurulmasından sonra bazı hissedarlar hisselerini satmaya başladılar. Orman idaresinin Sultanbeyli’ye tahdit koyması ve idare ile hissedarlar arasındaki davanın devam etmesi sebebiyle bu satışların tapu devri yapılamamıştır. Satışlar önceleri gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi ile daha sonra Köy İhtiyar Heyetinin tasdik ettiği senetlerle ve en son dönemde de el senetleri ile devam etti.

TEM Otoyolu’nun Köyün içinden geçmesi köyü cazip hale getirdi. 1985-1987 yılları arasında hızlı yapılaşma faaliyetinin neticesinde Sultanbeyli bugünkü haline ulaşmış oldu. 31 Aralık 1987 tarihinde Sultanbeyli köyünde belediye kurulması kararı alındı. Ancak ilk belediye seçimleri 26 Aralık 1989 yılında yapıldı. 1992 yılında da Sultanbeyli ilçe oldu.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 61 02

 

Loading...
Çatalca şehri, M.Ö 2000 yıllarına dayanan yerleşim bölgesi olma özelliği nedeniyle; farklı hükümlerim oluşturduğu bir alan üzerinde kurulmuştur.Asya ile Avrupa'yı birleştiren İstanbul şehrinin batısında yer almasından dolayı kazandığı stratejik önemi nedeniyle tarih boyunca göçlere,istilalara, saldırılara sahne olmuştur. Bu temel sebebe bağlı olarak; Çatalca tarihsel gelişiminde yerleşme ve kültür bakımından dinamik bir süreç yaşamıştır.

Çatalca ve dolayının Trakya'nın ilk yerli halkı olan Traklardan beri (İ.Ö.2000) bir yerleşim bölgesi olduğu, yakınında yer alan ve bugün turistlik önem taşıyan İnceğiz Köyü'ndeki Mağaralarından anlaşılmaktadır. İnceğiz Mağaraları, Erken Bizans Döneminde mezhep kavgalarından kaçanlarında sığınıp barındıkları yerler olmuştur. Henüz tarihlendirilmeyen Subaşı, Gökçeali, Pınarca köylerindeki mağaralar bu konuyu aydınlatmak üzere arkeologların ilgisini beklemektedir. Yaklaşık olarak 2500 yıllık bir tarihe sahip olan Çatalca bölgesinin ilk yerleşimi M.Ö 450 sene önce Romalılar zamanında şimdiki İnceğiz köyünün bulunduğu yerdeymiş.Fakat, bir süre sonra aslen Tatar ırkına mensup olan kafilelerin Balkanlara akınları sırasında yıkılıp yıkılmış ve bilahare havuzlar mevkiinde akıncılar tarafından 2. defa olarak inşa edilmiştir.
Yöre M.Ö 4.yy' da Makedonya devletinin egemenliğine girmiş İstanbul'u onaran Kral Yagfur'un kızı Haniçe'nin Yaylağı olan Büyük İskender Asya seferi sırasında yolu üzerindeki Çatalca'da büyük yıkıma yol açtıysa da çok geçmeden komutanlarından birine şimdiki Kaleiçi Mah.'nin bulunduğu yerde ilk yerleşmeyi kurdu.
 
Şehir,Antik Çağda "Metrai"(Marta, Metran, Metris) adıyla anılıyordu.Metris kelimesi Osmanlıcıda "Siper" anlamına gelmektedir. Çatalca'nın kuruluş yerini belirleyen ve uzun süre devamını sağlayan fonksiyonun doğal savunma hattına sahip olması nedeniyle bu isim verilmiş olabilir. Aynı zamanda başka kaynaklara göre Büyük İskender'in yaveri(generallerinden) Ayametris tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Bu generalin Ayametris ismine atfen metris, metraj, metran veya matrai denildiği çeşitli kaynaklarda verilmiştir.
 
Meşhur seyyahımız Evliya Çelebi'ye göre ise Çatalca'nın bir başka adı daha vardır. Bu isimde "Hanice" Rumca bir kelime olup Büyük İskender asrında İstanbul'u onaran Kral Yagfur'un kızı Haniçe'nin yaylağı olması nedeniyle babası burada büyük bir kale yaptırarak Rumca "Hanice" adını vermiştir.
 
Fatih devrinde İstanbul kuşatması öncesi uzun süren direnişinden ve çetin savunmasında veya bir nevi çetinlik hissedilmesinden dolayı "Çetince" adının verildiği rivayet edilmektedir. Zamanla bu kelime "Çatalca" ya dönüştürülmüştür.
Çatalca 1371 yılında Yıldırım Beyazıd tarafından Bizanslılardan alınarak Osmanlı topraklarına katıldı. Osmmanlılar Matrai'yi değiştirerek Çatalburgaz adını verdiler. Bundan sonra Çatalca 'da•2 ayrı kültür, 2 ayrı yaşam ve yerleşme biçimi ortaya çıkmıştır. Müslümanlar adına sonradan Ferhatpaşa Mah. denilen bir mahalle kurdular. Rumlar ise Kaleiçi Mah.'ne yerleştiler.
Çatalca III. Murad ve III. Memed dönemlerinde iki kez sadrazamlık yapan (1591-1592-1595) Ferhat Paşa'nm çabasıyla imar edilmiştir.Ferhad Paşa şehre su getirmiştir ayrıca Mimar Sinan'a kendi adıyla anılan camiyi de yaptırmıştır.
III. Mehmet' in (Saltanat dönemi 1648-1687) avlanmak üzere sık sık Çatalca'ya gelmesi ve uzun süre kalması Çatalca'nın gelişmesine önemli katkısı olmuştur. 1611-1683 yılları arasında yaşayan ünlü gezgin Evliya Çelebi 17.yüzyıl Çatalca'sı için şu bilgileri verir. "Şehir bir Çatal dağın eteğine kurulduğu için Çatalca adını almıştır. Kayalı,dereli, tepeli,iki çatal yüksek dağın doğu eteğine güneyden kuzeye uzunlamasına bir kasabadır.; iki bin adım uzunluğunda bağlı, bahçeli, hayat sulu bir beldedir. Eyüp Sultan kadılığı nahiyelerinden 150 akça payeli mükellef kazadır. Hakim-i örtü(güvenlik amiri) Çatalca Bahçesinin ustasıdır. 300 sefer Bostancılarla zabit eder. Ayrıca subaşısı, muhtasibi,ayak naibi vardır.
 
"Bu şehir güzel cümle kırık yeri mihrap olup(toplam 47 camii,mescit ve kilise vardır), şehrin güney tarafı koğukdere denilen yere kadar bayırdır; ancak her evde bağ ve bahçe olduğundan evleri seyrektir"... Çatalca'da Hünkar Sarayı ve Bahçesinden başka Veli Usta Sarayı, Çataloğlu Sarayı,Kızlar Ağası Sarayı,Kadri Ağa Sarayı,Hasan paşazade Sarayı ve daha nice saraylar vardır. Yedi kat tekkesi, muazzam ve kurşun örtülü han, bir hamam ve 270 kadar dükkan vardır,ama•bedesteni yoktur, okul çocuğu yoktur.Yetmiş yerden hayat suları akar durur;çarşısındaki esnafın çoğu papuçcu,pilar ve pastacıdır.
Çatalca çayırı İstanbul'un Kağıthane çayırından has olup yonca, trifil ile benzenmiş lale bahçesidir ki.Ali Osman ambarına bu bereketli yerden üç bin araba yem giderek Ahırkapı Ambarları' na basılır. Çayır mevsiminde,korunması için çorbacılarıyla birlikte bir oda yeniçeri gelir.Ovalarında Baba Nakkaş, Kineli, Baklalı, İzzetin köylerine varınca büyük çiftlikler, ağıllar,sayalar,mandıralar vardır.Koyunlu,kuzulu,sığırlı ve camuşlu vadilerdir kijstanbul ileri gelenlerinin hemen hepsinin bu köylerle ilişkisi vardır.Çatalca'nın sütü,kaymağı,tekne peyniri kesmiği,yoğurdu,dil peyniri,kaşkavalı ünlüdür.İstanbul'a getirerek büyük kazanç sağlarlar.
Çatalca Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul'un tarımsal ihtiyacını karşılayan önemli bir tarım merkeziydi.Çatalca uzun yıllar Eyüp Kadılığı'na bağlı olarak yönetildi, Tanzimat sonrasında yerel yönetimlerde düzenleme yapılırken Meclis-i İdare-i Liva-yı Zaptiye'ye bağlandı(1865) ve İstanbul kazalarından biri oldu.Daha sonra İstanbul'a bağlı Kaza-ı Erbaa (dört ilçe) muta sarraflığının merkezi oldu.Bu seçimde Çatalca'nm savunma bakımından önemini sürdürmesi etken olmuş ve daha sonra Çatalca'nm yapısında başlayacak olan değişmelerin ilkini oluşturmuştur.Bu tarihte merkez,Büyükçekmece ve Silivri kazalarıyla Terkos nakiyesini kapsayan sancağın 60.000 kadar nüfusu ve 83 köyü bulunmaktaydı. Şehir nüfusu ise 6.000 kadardı.
1870'lerde "Sırbistan'ın alınmasından sonra imparatorluğun iç bölgelerine göç ettirilen Sırp Köylüleri Çatalca'ya ve köylerine yerleştirilmiştir. Zamanla kilisenin etkisiyle Ortodoks olan Sırp Köylüleri, Rumlarla birlikte yaşamaya başlamışlardır.
 
19.yy' in ikinci yarısında ise en önemli gelişme 1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşı'nın sonuçlarıdır.Yenilen Osman ordusunun Yeşilköy'e kadar çekilmesiyle bölge Rus ordusunun eline geçti.Böylece büyük yıkımlar oldu ve yöre halkı İstanbul'a göç etti.Ardı sıra Balkan savaları başladı ve Nazım Paşa komutasındaki ordular Bulgarlarla burada çarpıştı.Bulgarlar yenildiler ve çekildiler.Fakat Osmanlıların Balkanlardan çekilmesinden sonra buradaki Türk nüfusu bölgelerle birlikte Çatalca'ya göç etti. Fakat çevre daha sonra düşman kuvvetlerine tekrar harap edildi. Şehir, bu gelişmelerden sonra yeniden Kaleiçi Mahallesi çevresinde kuruldu.
1878 yılına kadar Çatalca Sancağında eğitim kurumu yoktu.Öğretim,camii ve kiliselerin etkisiyle .dinsel nitelikteydi.II.Abdülhamit devrinden sonra.1895 yılında İdadi Mektebi, İnans (kız) Rüştiyesi ve Mekteb-i İptidai açıldı.Bunlara ilaveten 199.yy' in ikinci yansında açılmış olan bir Rum mektebi ve bir kız okulu bulunmaktaydı. 1907 yılında Rum okulu binası tamamlandı fakat yapı Balkan Savaşı'nda tahrip olmuş,daha sonra onarılarak Vali konağı haline getirilmiştir.
 
Çatalca istilalara,savaşlara,büyük göçlere sahne olmuştur.İlk büyük göç 1774 yılında --K.kaynârca Antlaşması ile sonuçlanan savaştan sonra oldu. 1936 yılında Niyazi AKŞİT şunları yazıyordu."En büyük bozgunu doksan üç muhaberesinde verdik ve en büyük muhaceret (göç) o zaman oldu.Düşmanın amansız kuvvetlerine dayana dayana,dayanamamış bir hale gelen ve her gün canlan tehlikede olan hudut halkı,Tuna boylarını terk ederek İstanbul ve civarına yerleşmeye başladılar.1924 yılında yapılan antlaşma neticesinde Çatalca ve çevresindeki Rumlar Yunanistan'a gönderildikten sonra onların yerlerine Naseliç, Drama, Serez, Demir hisar ve Langaza muhacirleri yerleştirilmiş ve Romanya,Bulgaristan muhacirleri da gelmiştir. Cumhuriyet döneminde 1924 yılında il statüsüne getirilen Çatalca, 26 Haziran 1926 'da tekrar ilçe yapılmıştır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Çatalca direniş kuvvetlerinin üssü durumundaydı. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın hemen sonrasında Yunanistan'la yapılan göçmen değişimi anlaşması ile Türkiye'de bulunan Rum köylüler Yunanistan'a,Yunanistan da bulunan Türk köylüler ise Türkiye'ye göç ettiler.Bu dönemde özellikle ekonomik açıdan göçün yararlı olduğu söylenebilir.Buna bağlı olarak kültür farklılığı ve zenginliği ile oluşan 20.yy' in ilk çeyreğine kadar süren savaşlar belirlemiştir.Her yıl 8 Ekim tarihinde Çatalca'nın Kurtuluş Günü coşkun törenlerle kutlanmaktadır.
Sonuç olarak; Çatalca yerleşme tarihi boyunca değişik tarihi ve sosyal olaylara sahne olmuştur.Bazı dönemlerde yoğun bir şekilde nüfuslaşmış,bazen sosyo-ekonomik olarak parlamış,bazen sönükleşmiş fakat devamlı olarak yerleşim bölge olma özelliğini korumuştur. Çatalca şehrinin İ.Ö. 2000 yıllarına kadar dayanan yerleşme olma özelliği,hiç kusursuz bir takım nedenlere dayanmaktadır.Bu nedenlerin önemli olanlarını sıralarsak :
 
1 -) Çatalca;İstanbul için doğal bir savunma hattı olmasından dolayı kazandığı stratejik
özelliğin getirdiği askeri fonksiyondur. Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki şehir bu özelliğini korumuş ve güçlenmiştir. Çatalca'nın İstanbul için önemli olan situasyonu yakın tarihte, 1912 - 1913 yıllarında Balkan Savaşı esnasında Bulgarlara karşı yapılan savunmada kendini bir kere daha belli etmiştir.Bunu takip eden dönemlerde de bölge askeri bakımdan nüfuslandırılmıştır.
 
2 -) İkinci önemli neden ise;İstanbul'a yakınlığı ve İstanbul'un tarımsal ve yakacak
ihtiyacını karşılayarak kazandığı ekonomik özelliğidir.
 
3 -) Padişah ve Sadrazamların,•• özellikle "Avcı" şanıyla tanınan III.Mehmet'in sürekli
Çatalca'ya gelmesi ve sadrazam Ferhat Paşa'nın Çatalca'ya olan ilgisi, bölgenin gelişmesinde önemli bir etken olmuştur.
 
4 -) Çatalca,kırsal alandaki köy toplumu ile şehir Özelliğindeki İstanbul arasında aracı bir yol oynuyordu.Osmanlı döneminde ticari malların iki taraflı olarak toplanıp dağıtıldığı merkez olarak ortaya çıkmıştır.
5 -) Çatalca yönetim merkezi olarak,kırsal alandaki nüfusun kontrol edilmesi veya ona hizmet götürebilmesi diye nitelendirebilecek siyasi bir merkez olma özelliğini de tarihsel süreci içerisinde korumuştur.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 1984

 

Loading...
Zeytinburnu 1957 yılında İstanbul'un 14. ilçesi oldu.

Zeytinburnu, 1953 yılına kadar doğusu Fatih, batısı ise Bakırköy ilçesine bağlı olarak yönetildi.

1950’nin başlarında artık Fatih veya Bakırköy ilçesinden yönetimi yapılamayan Zeytinburnu’nun yeni bir yönetimsel bir örgüte kavuşturulmasına yönelik adımlar atıldı. 30.07.1953 tarihinde Fatih ilçesine bağlı "Zeytinburnu Bucağı" olarak örgütlendirildi. Batı bölümü yine Bakırköy ilçesine bağlı olarak kaldı.
İlçe Oluşu

Nüfusu günden güne çoğalan toplumsal, ekonomik, kültürel sorunları her geçen gün artan Zeytinburnu, 1960’lara kadar yerleşmenin bin bir türlü sorunuyla süslenen, toplumsal yaraların türlü renkleriyle bezenen bir yer haline geldi.

1955 sayımlarında 17.585 olan nüfus, 5 yıl sonra 5 kat artarak 88.343’e yükseldi. Hızlı nüfus artışıyla birlikte artık yerinden yönetilmesine karar verilen Zeytinburnu 01.09.1957 tarihinde 7033 Sayılı Yasa ile İstanbul’un 14. İlçesi oldu.

Zeytinburnu Belediye Başkanlığı çalışmalarını, Kazlıçeşme Abay Caddesi üzerinde bulunan, geçmişte askeri hastane olarak kullanılan tarihi bir binada sürdürmektedir.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 0 875

 

Loading...
ÇAĞLARIN İÇİNDEN GELECEK ZAMANLARA
Her şehrin tarihi o şehrin sakinlerinin de tarihidir. Yüzyıllar boyu bağrında nice sakinlerine kucak açan Üsküdar, İstanbul'un fethinden neredeyse bir buçuk asır yıl evvel Türk egemenliğine girmiş ve daha o çağlardan itibaren "kutlu bir diyar" olma yolunda hızla ilerlemiştir. Tarihi yarımadanın karşısında, alabildiğine geniş bir İstanbul peyzajına açılan müstesna konumuyla Üsküdar, Asya topraklarının başladığı bir köprü başıdır. Antik çağlardan beri doğal dokusunun güzelliği sayesinde Ön Asya-Avrupa arası ulaşım kolaylığı sağlayan Boğaziçi'nin açılım noktasında bulunan Üsküdar, her zaman bir cazibe merkezi olmuştur. Bu özel durum; Üsküdar'ın sık aralıklarla istilâlara, farklı egemenlikler altında kalmasına yol açmıştır. Üsküdar isminin nereden geldiği konusunda değişik kaynaklarda farklı görüşler olsa da erken dönem eserlerde geçen Khrisopolis ve Skutarium kelimelerinin "altın şehir" ve "kalkan şehir" anlamlarını vermesi; ayrıca dünya haritacılığının ilk dönem örneklerinde de Latince "scutari" kelimesinin kullanılmış bulunması Üsküdar ismini çağların içinden bugünlere getirir. Şehrin ismi İngilizce'ye Latince'den aynen geçmiştir. Adı da tarihi kadar kadîm olan Üsküdar, gelecek zamanlara doğru yürüyüşünü aynı eskimezlik içinde sürdürüyor.

TARİHİN SAKLI HAZİNESİ
Üsküdar'ın tarihine yakından baktığımızda M.Ö. 1000'li yıllara uzanan bir tarihçe buluruz. Erken dönem Üsküdar'ın oluşumu bölgede Fenikelilerin, biri Kalhedon ( Kadıköy ), diğeri Moda Burnu'nda olmak üzere iki liman kenti kurmaları ile başlar. O çağlarda Fenikeliler, şimdiki Salacak Sahili'ne doğru uzanan sığlık kısma büyük taşlar doldurarak bir mendirek oluştururlar ve ticaret iskeleleri ile tersanelerini Salacak çevresinde kurarlar. Yaklaşık 300 yıl sonra ise, Akalar'ın yönetimi altına giren Üsküdar'da, Anadolu'dan geçici olarak gelenlerin kalıcı iskânı yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Pers egemenliğinden, Atinalılar hakimiyetine, Büyük İskender'in eline geçmesinden, Roma egemenliğine, antik çağlar Üsküdar'ının tarihi adeta saklı bir hazinenin her dönemde tekrar tekrar keşfedilmesinin tarihidir. Bu keşiflerin en uzunu 458 sene ile Roma egemenliğinde geçen devredir.

M.S. 395'te Roma İmparatorluğu ikiye bölünür. Artık Üsküdar'da, Doğu Roma İmparatorluğu yani Bizans dönemi başlamıştır. Bu dönemde Üsküdar, önemli bir ticaret ve konaklama merkezi haline gelmiştir. Ancak bu durum Üsküdar'ın cazibesini daha da arttırmıştır. Bunun sonucu Bizans'a paralel olarak değişik tarihlerde İranlıların ve Arapların İstanbul'a dönük fetih çabalarında uğrak yeri hep Üsküdar olmuştur. 609'da İran, 710'da Araplar, 782'de Abbasi Halifesi Harun Reşid, 1102'de Haçlılar, 1147'de Fransa Kralı VII. Louis ile Alman İmparatoru Konrad, 1203'de gene Haçlılar İstanbul kapılarına dayandıklarında daima Üsküdar'dan geçmişlerdir. XI. Yüzyıl Haçlı Seferleri dönemi Üsküdar'ın en müthiş yağma ve talana uğradığı dönemdir. II. Haçlı Seferi'nde şimdiki Haydarpaşa - İbrahimağa - Ayrılık Çeşmesi arasındaki bölgede Fransa Kralı Louis ile Alman İmparatoru Konrad'ın komuta ettiği Haçlı ordularına karargâh vazifesi gören Üsküdar, IV. Haçlı Seferi'nde Bizans İmparatoru’nun şimdiki Harem'de bulunan yazlık sarayının yağma ve talana uğramasına sahne olmuştur. Üsküdar'da, Haçlı Seferleri sonucu yaşanan Latin egemenliği 1204'den 1261'e kadar 57 sene devam etmiştir. Adı efsanelerle anıla gelen Seyyid Battal Gazi'nin İstanbul'u fetih amacıyla, Üsküdar civarında yedi sene İslâm orduları için öncü ve muhafız kaldığı menakıpnamelerde geçmektedir. Üsküdar'da kalıcı Türk izlerinin görülmesi 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonraya tekabül eder. İznik’ in fethinin ardından yaklaşık 1078'de Üsküdar'da erken dönem Türk yerleşmeleri başlamıştır. Ancak bu tarihlerdeki iskânlar tamamen sivil ve münferit yapıdadır. Osmanlı döneminde Orhan Gazi zamanında Kocaeli Yarımadası, Büyük ve Küçük Çamlıca'dan Doğancılar'a kadar uzanan bölge, Osmanlı Türkleri’nin egemenliği altına yaklaşık 1348'de girmiş ve daha sonra Yıldırım Bayezid, Güzelcehisar'ı (Anadoluhisarı) yaptırınca, Osmanlı padişahlarının Rumeli'ye geçişlerinde Üsküdar - Güzelcehisar istikametini kullanmaları, askerî güvenlik ve ulaşım kolaylığı da sağladığından adeta bir gelenek haline gelmiştir.

29 Mayıs 1453'te İstanbul'un fethedilmesinden sonra Üsküdar hızla gelişme göstermiştir. Üsküdar daha önce küçük bir Anadolu kasabası görünümünde iken İstanbul'un fethinden sonra bir şehir dokusunu oluşturacak ilk nüveler kendini belli etmeye başlamıştır. Fatih devrinde, Üsküdar adeta yeniden kurulmuştur. Salacak'ta kendi adıyla anılan bir mescit yaptırmış ve Üsküdar'ın Osmanlı klasik şehir dokusuna uyan ilk mahallesi ortaya çıkmıştır. Fatih, Anadolu'dan göçe tâbi kıldığı Türklerin bir kısmını buralara yerleştirmiş, şimdiki İskele Meydanı'na da bir bedesten yaptırarak ticaretin hızlı bir biçimde gelişmesini sağlamıştır. Üsküdar'ı bir gelin gibi süsleyen, bu beldeyi her türlü yağma ve talandan koruyan, Türkmen mahalleleri ile şenlendiren Büyük Fatih'in 3 Mayıs 1481'de Gebze civarındaki Sultan Çayırı'nda vefatı Üsküdar tarihinde önemli bir olaydır. Üsküdar, Fatih'in cenazesinin İstanbul'a geçişine ev sahipliği görevini derin bir üzüntü ve adeta kurucusuna yaraşır bir gayret ile yerine getirmiştir. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Üsküdar'ı, 91 cami ve mescit, 51 tekke, 12 hamam, 11 kervansaray, 2 imaret, 7 medrese, 260 çeşme, 5 büyük iskele, 2 darüşşifa, 2 menzilhane, tabhane, sıbyan mektepleri, kütüphaneler, darülhadis, sebiller ve posta teşkilatı ile bir çok padişah, sultan, paşa ve devlet adamlarının sarayları, yalı ve köşkleri ile süslenmiştir. Bu hızlı gelişme Üsküdar'ın bir şehir dokusuna bürünmesinin Osmanlı ile başladığını ispatlamaktadır.

Üsküdar'ın her dönemde ayrıcalıklı bir konumda bulunması sosyal hayatta da kendini göstermiş, şehrin Müslüman sakinleri Üsküdar'ı bir Kâbe toprağı saymışlar, Museviler tarafından da Kuzguncuk bölgesi Kudüs toprağı diye sıfatlandırılmıştır. Şehrin, Kâbe toprağı sayılmasının sonucu hac yolculuğunun ilk durağı her dönemde Üsküdar'da olmuştur. Adına Sürre Alayları denen ihtişamlı törenler, her hac döneminde tekrarlanarak bir gelenek halini almıştır. Üsküdar, sosyal tarihimizde kimi ilklerin de şehridir. İlk posta yolunun Üsküdar'dan Kartal'a kadar uzanan bir güzergâhta, II. Mahmud döneminde açılması ve bu açılışa bizzat II. Mahmud'un katılması, İstanbul deniz ulaşımında ilk araba vapurunun yine Üsküdar'da hizmete girmesi, bilim tarihimizde farklı bir yeri bulunan Üsküdar Matbaası'nın III. Selim zamanında Selimiye Mahallesi'nde faaliyet göstermesi, Türk resminin başlangıç noktasını Üsküdar yapacak kadar önem taşıyan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin kuruluşunun, dönemin Üsküdar mutasarrıfının onayı ile Üsküdar'da gerçekleşmesi, hemen ilk elde sayılabilecek hususlardır.

M.Ö. 1000'lerden beri bilinen ve oturulan, Bizans'tan kalan yegâne eser Kız Kulesi ile farklılaşan, Osmanlı devrinde bir oya gibi itinayla işlenen ve güzelleşen, denize açılan ve hiçbirinin, diğerinin görme hakkını engellemediği yalıları, cumbalı güzelim ahşap evlerin süslediği sokaklarıyla, korularıyla, köşkleriyle, çarşıları ve hamamlarıyla, camileriyle, kiliseleri ve sinagoguyla Üsküdar, adı kendisine en çok yakışan altın şehirdir.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 9 822

 

Loading...
Bir zamanlar Ümraniye tamamen ormanlarla kaplı idi. Her yer orman, ağaç ve yeşil idi. Her taraf yemyeşil ağaçlarla cennetten bir parçaydı. Çünkü iklim orman yetişmesine elverişli durumdaydı.

Tarihi kaynaklara göre Ümraniye' ye ilk yerleşenler Frigya' lılardır. Çam ağacını kutsal kabul eden Frigyalılar küçük ve Büyük Çamlıca' dan başlayarak Alemdağ ve Kayış Dağı' na kadar bütün araziyi çam ormanlarıyla donatmışlardı. Sonraki yıllarda Ümraniye' nin bulunduğu yerler Romalılar ve Bizanslılar' ın egemenliğine geçmiştir.

Harun Reşit, ordularıyla 782 yılında Krizepolis (Üsküdar) önlerine kadar gelmiştir. Bir sene burada kaldıktan sonra 783 yılında Bizans İmparatoriçe' si ÎREN' in ordusuna mağlup olmuş, bunun sonucunda her sene Bizanslılar' a 70.000 altın vermeye zorunlu kalmıştır.

İlçemiz, toprakları Bizanslılar' la Müslüman ordular arasında zaman zaman el değiştirmiştir. Anadolu' yu Müslüman yapan ve Türkleştiren ilk devlet Danişmentliler Devletidir. Danişment oğulları Bizans topraklarına kadar sızmışlar. Alemdağ' nın üstünde bir kale yapmışlardır.

Danişment Gazi' nin arkadaşı Sultan Turasan Bizanslar' a karşı bu kalede çok defa savaşmış ve Anadolu' dan beklenen yardımı alamayınca burada öldürülmüştür. Selçuklular İznik' e kadar gelmiş, bu şehir alınmış ve bu şehri ilk başkent yapmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişah olan Orhan Gazi Bölgemizi Osmanlı topraklarına katmıştır.

İlçemizin ilk adının "Yalnız Selvi" olduğu söylenmektedir. 17. Yüzyıl başlarında o devrin padişahı 1. Ahmet tarafından Şeyh Aziz Mahmut Hüdai' ye vakfedilmiştir. Cumhuriyet dönemine kadar Bulgurlu' ya kadar olan bölge bu vakfın malı olarak Üsküdar' a bağlı kasaba olarak kalmıştır. Ümraniye' ye ilk ad olarak Yalnız Selvi demelerinin sebebi birkaç mezar ve birkaç selvi ağacının ve orman arasında birkaç evin bulunmasıdır.

Ümraniye' de ilk yerleşenler Balkan Savaşları' ndan sonra, önce Batum' dan ardından da Yugoslavya ve Bulgaristan' dan göçmenler gelmiştir. Bundan dolayı bir süre de "Muhacir Köy" olarak şöhret bulmuştur.

1960 yılına kadar köy olarak kalan Ümraniye, Organize Sanayi Bölgesi olarak ilan edilmesinden sonra yoğun göçlere maruz kalmıştır. Belediye ilk defa 1963 yılında kurulmuştur. İstanbul' un en hızlı kentleşen ve nüfusu hızla artan; köy ve yöre geleneklerinin de aynen muhafaza edildiği ilginç bir kentleşme örneğidir Ümraniye....

1980 ihtilali ile Ümraniye Belediyesi fes edilerek Üsküdar' a bağlı şube müdürlüğüne dönüştürüldü. 1987 yılında ilçe olan Ümraniye' de ilk yerel seçim 1989 yılında yapıldı. Bugün ilçemiz 35 mahalle ve 650.000 Nüfusuyla Anadolu şehirlerinin pek çoğundan büyük bir yerleşim alanıdır. 22 bin hektarlık bir yerleşim alanına sahiptir.

Ümraniye, ekonomik çeşitlilik açısından zengin bir yöredir. Küçük imalat sanayisinden konfeksiyona, yedek parça ve ağaç ürünleri üretimine kadar çeşitlilik göstermektedir.

ÜMRANİYENİN ANLAMI
Ümran sözcüğü Arapça' dır. Topluluklarda mutluluk, saadet, refah anlamına gelir. Esas anlamı kalkınmış, gelişmiş, bayındırlaşmış, yaşayış koşullarının uygunlaştırılması için üzerinde çalışılmış olan yer.

Bazı kaynaklarda ise; Ümran (Ar) 1- Bayındırlık, bayındır olma, bir yerin tamamiyle meskün ve yeterince işlenmiş olması, 2- Medeniyet, terakki, refah. Umran= Ümrandır.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 0 906

 

Loading...
Tarihî süreç içerisinde Orta Anadolu’da görülen Neolitik yaşam biçimi; muhtemelen Çanak Çömleksiz Neolitik (Yeni Taş Çağı) Dönem’in sonlarına ve Çanak Çömlekli Neolitik Dönem’in başlarına doğru İÖ, 7000-6000 yıllarında Marmara Bölgesi’nde de görülmeye başlanmıştır.  Bu dönemin özelliklerini taşıyan arkeolojik verileri Fikirtepe (Fikirtepe, Temeyne, Tuzla) Evresi’nde görmek mümkündür. Fikirtepe Kültürü olarak adlandırılan ve o dönemde Tuzla Kalekapı yerleşim yerinin de içinde yer aldığı bu kültür,  İÖ, 6000 yılından itibaren yaklaşık 1000 yıllık bir zaman dilimini kapsamaktadır. 1

Kalekapı çevresinde 1958 yılında Tuzla İlkokulunun temellerinin kazılması sırasında rastlanılan Neolitik Dönem’e ait arkeolojik bulgular vasıtasıyla Tuzla’nın bilinen en eski tarihi ile ilgili bilgiler elde edilmiştir. 2
Aynı okulun bahçesinde  1965 yılında  yapılan arkeolojik araştırmada ise yine aynı döneme ait ağırşak ve çanak çömlek parçaları bulunmuştur.  El yapımı olan keramiklerin;  yüzeyleri açkılı, kum ve mika katkılı, içleri astarlı, koyu renkli, bazılarının ise deve tüyü renkte oldukları tespit edilmiştir. Keramik parçaları birleştirildiği zaman geniş ağızlı, boyunlu, boyunsuz, ağza doğru daralan, kenarlı, dudaklı ve düz dipli kaplar elde edilmektedir.

Düz bir alan olan Kalekapı’da  mimarî bir tarza rastlanmadığı ve dal örgü biçiminde kulübelerin barınak olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Yerleşim yerinde bulunan hayvan kemiklerine bakıldığı zaman Kalekapı sakinlerinin  “karma ekonomik” model olarak tanımlanan bir beslenme düzenleri vardır. Yoğun olarak balıkçılık yaptıkları, kıyı kesimlerden midye topladıkları, yaban sığırı avladıkları ve evcilleştirdikleri koyun ve keçilerin etlerini yedikleri; ayrıca çevredeki yenilebilir yabani yemişlerden de yoğun olarak beslendikleri anlaşılmaktadır.3

Tuzla’nın Bilinen İlk Sakinleri
Tuzla ve yöresinin ilk yerleşenlerinin kimler olduklarını şu anda kesin olarak bilmemekle beraber İÖ, 1200-700 yılları arasında Firig kavmine mensup Bebrikler olduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle Marmara Denizi’nin kuzey kesimlerine Bebrikya deniyordu. Kadıköy-Tuzla sahil hattı Bebriklerin yerleşim alanı içinde kalmakla beraber, Bebrikler bu alanda siyasî bir birlik oluşturamadılar.4

Daha sonraki yıllarda bölgeye gelen Kimmerler, Bebrikleri ortadan kaldırdılar. Ancak Kimmerler de bölgede siyasî bir birlik oluşturamadılar. Bebrikler gibi Trak kökenli bir kavim olan Bitinler, muhtemelen İÖ, 650 yıllarında Avrupa’dan gelerek Kimmerleri bölgeden kovdukları gibi Bebrikleri de egemenlikleri altına aldılar ve bölgede krallıklarını kurdular.5 Bitinler  İÖ, 546-545 tarihinden itibaren 200 yılı aşkın bir süre Perslerin egemenliği altında kaldılar. Perslerin, Büyük İskender’e yenilmesi sonucunda Zipotes,  Bitinleri tekrar bağımsızlığına kavuşturdu ve kendisi Kral unvanını aldı. Böylece ilk olarak bölgede siyasî birlik oluşturuldu. (İÖ, 297)6

Akritas-Tuzla
Osmanlı Devleti Dönemi öncesinde Tuzla Burnu’na  Akritas deniyordu.  İlk Çağ yazarlarından Menippos, Artemidoros ve Ptolemeos; burun anlamına geldiği için Akritas’ın,  sadece Tuzla Burnu’na verilen bir ad olduğunu belirtmişlerdir.7 Jules Pargoire ise Akritas’ın sadece Tuzla Yarımadası’nın en uç noktası değil, Tuzla Yarımadası’nın tamamına dendiğini sağlam delillerle ortaya koymuştur.8

Adı geçen bölgede, kuruluş tarihini tam olarak bilemediğimiz, ancak VI. yy’da, bugünkü Tuzla’nın yerinde  Akritas adında bir köyün varlığı bilinmektedir.9

XVIII. yy’la kadar bu adla anılan köy, Osmanlı Devleti yönetimine geçtikten sonra Niğde, Yiğitli ve Tuzla adlarıyla anılmıştır.10 Günümüzde ise Tuzla adı kullanılmaktadır.

Roma ve Bizanslılar Dönemi
Bitinya Kralı IV. Nikomedes’in vasiyeti üzerine Bitinya’nın Roma’ya bırakılması üzerine Tuzla ve yöresi İÖ,74 yılından itibaren artık Roma topraklarının bir parçasıydı. Roma’nın 395 yılında Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrılmasından sonra Tuzla ve yöresi yaklaşık on bir asır Doğu Roma’nın egemenliğinde kaldı.

Daha sonraları Doğu Roma İmparatorluğu,  Bizans İmparatorluğu  olarak adlandırıldı. Hristiyanlığın Anadolu’da yayılmasının ardından Tuzla’da, Bizanslılar Dönemi’nde Andreas, Hagios Tryphon, Theotokos, Hagios Demetrias manastırları; Değirmenaltı Kilisesi, Hagia Glikeria, Hagios Taksiarhis, Hagios Theodoros……kiliseleri adlarında  çok sayıda dinî yapı yapılmıştır. Bu yapılardan sadece İncir Adası’ndaki (Bugünkü adıyla Koçun Adası) Glikeria Kilisesi’nin bazı bölümleri koruna bilmiştir.11 Bir de Bizanslılardan günümüze kalan Manastır mevkiinde Hagios Demetrios  su kuyusu bulunmaktadır.

Tuzla’nın Türk Egemenliğine Geçişi
Tuzla’nın, Türklerin egemenliğine ilk olarak geçişi Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah ile Bizans İmparatoru Alexios Komnenos arasında 1081 yılında yapılan Dragos Suyu Anlaşması ile gerçekleşmiştir. Bu anlaşmayla Tuzla ve yöresi Anadolu Selçuklu Devleti’ne bırakıldı. Kısa bir süre sonra Bizanslıların eline geçen Tuzla ve yöresi, 1329 yılında Orhan Bey zamanında yapılan Pelekanon Savaşı sonucunda tekrar Osmanlı Devleti yönetimine geçti. 399 yılında Bizans İmparatoru Manuel, İzmit’e kadar olan yerleri Osmanlılardan geri alınca Tuzla bir daha Bizanslıların egemenliğine girdi.12 Ondan sonraki yıllarda birkaç kere Osmanlılarla Bizanslılar arasında el değiştiren Tuzla,1453 yılında İstanbul’un alınışından sonra sürekli olarak Osmanlı yönetiminde kaldı.13 Geliri; Çelebi Mehmet Dönemi’nde yapılan Bursa’daki Yeşil Külliye’ye vakfedilen Tuzla14, Cumhuriyet Dönemi’ne kadar bu vakfa bağlı vakıf köyü olarak varlığını sürdürdü.   

Tuzla; Bizanslılar Dönemi’nde Hristiyan Rumların, Osmanlılar Dönemi’nde ise Hristiyanlarla birlikte az sayıda Müslümanların yaşadığı bir köydü. 1845 yılında Benanin, Aya İstrait, Aya Yani, Aya Todari, Aya Dimitri adında beş mahallede 234 hane Rum; buna karşılık bir mahallede 37 hane Müslüman yaşıyordu. Bu durum 30 Ocak 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “Nüfus Mübadelesi Anlaşması”na kadar sürdü. Bu anlaşma gereğince Tuzla’daki Rum nüfus Yunanistan’a, Yunanistan’ın çeşitli yörelerinde yaşayan Türklerin bir bölümü ise Tuzla’ya yerleştirildi. Bu tarihten itibaren Tuzla’da sadece Türkler ikamet etmeye başladılar.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 0 340

 

Loading...
M.Ö. 7. yüzyılda ilk yerleşimin başladığı Büyükçekmece'nin kurucuları Helenlerdir. M.Ö. 2. yüzyılda Bizans egemenliğine giren Büyükçekmece Athyra adıyla bilinmekteydi.

Helenlerin ardından Büyük Hun İmparatoru Atilla, M.S. 447'de ordusuyla Çatalca'dan geçip Büyükçekmece'ye girmiş ve Bizans'ı vergiye bağlayarak geri dönmüştür. Avar Türkleri 616'da, Bulgarlar ise Kurum Han komutasında 813'te Çatalca üzerinden İstanbul'a kadar gelmişlerdir. 1090 yılındaysa Peçenekler Büyükçekmece'ye ulaşmışlardır.

Türkler 1357 yılında Bizans deltasına yerleşmişler ancak Çekmece bölgesi uzun bir dönem Bizans egemenliği altında yaşamaya devam etmiştir.

İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu'na bağlanan Büyükçekmece bir sayfiye ve tarım beldesi, ayrıca Bizans ve Osmanlı döneminde orduların konaklama yeri olduğundan bölgede yoğun bir yerleşim olmamıştır. Osmanlı döneminde bir av ve kışlak yeri olarak kullanılan Büyükçekmece'ye özellikle 1829 Osmanlı-Rus savaşından sonra çok sayıda Türk göçmen yerleşmiştir.

1876 yılında Çatalca Sancağı'na ilçe olarak bağlanan Büyükçekmece, 1926 yılında Çatalca'nın ilçe ilan edilmesiyle birlikte Çatalca'ya bağlı bir bucak yapılmıştır. 1958'de belediye ilan edilen Büyükçekmece, 1987'de Çatalca ilçesinden ayrılarak bağımsız bir ilçe haline gelmiştir.

Büyükçekmece, gerek Bizans gerekse Osmanlı döneminde orduların ve yolcuların geçiş ve konaklama noktası olmuştur. Kimisi günümüze kadar gelmiş, kimisi ise kalıntı ve izleri çoktan yok olmuş kervansaraylar, hanlar ve Mimar Sinan'ın ünlü köprüsü gibi eserler bu geçit niteliğinin önemli işaretleridir.

Evliya Çelebi, Büyükçekmece'nin 17. yüzyılda Eyüp Kadılığı'na bağlı bir nahiye olduğunu, deniz kenarında harap bir kalesi, bin kadar mamurhanesi, bağları bahçeleri bulunduğunu, kasaba topraklarının vakıf toprakları olduğunu yazar. İmaretinden, medresesinden, gelişkin çarşısından, 11 adet handan, hamamdan ve kervansarayından bahseder.

Günümüzde Büyükçekmece, geçmişinden gelen geçit veya köprü özelliğini korumakla birlikte, gelişen çehresiyle bir dünya kenti olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Tarihin bize bıraktığı miras ve değerler Büyükçekmece Gölü kıyısında planlanmış Kültür Park içinde uyum içinde korunmaktadır.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
0372 512 10 83

 

https://yadi.sk/i/BfmVIc3P3RPVS3
https://yadi.sk/i/nQvKpkp-3UqQ6T
Loading...

TARİHÇE

1845 yılına kadar, 'Tefen' adıyla Bolu Sancağına bağlı 4 divandan (nahiye) oluşan bir kaza olan Gökçebey , bu kimliğini Cumhuriyetin kuruluşuna kadar korumuştur. Cumhuriyet döneminde nahiye yapılan Tefen'e, 1963 yılında 'Gökçebey' adı verilmiş ve 1972 yılında beldede Belediye Teşkilatı kurulmuştur. Devrek ilçesine bağlı Gökçebey beldesi 3644 sayılı kanunla 1990 yılında ilçe statüsüne getirilmiştir.
    
İlçe Batı Karadeniz Bölgesinin iç kesiminde 65° - 79° güney- kuzey enlemi , 26° - 42° batı -doğu boylamı arasında olup; doğusunda Bartın ili ve Karabük'ün İlinin Yenice ilçesi, batısında Zonguldak Merkez İlçe ve Çaycuma ilçesi, güneyinde Devrek ve Yenice ilçeleri, kuzeyinde Çaycuma ilçeleri bulunmaktadır. Ankara -Zonguldak kara ve demir yolları üzerinde bulunan Gökçebey ilçesine, Saltukova Havaalanı 27 kilometre uzaklıktadır.
Yüzölçümü 15.153 ha. olan ilçenin % 60' ı ormanlarla kaplıdır. Denizden yüksekliği 51 metre olan Gökçebey ilçesi, yüksekliği 906 - 1179 metre arasında değişen sekiz tepeyle çevrilidir. Filyos Irmağı Karabük İl'inden gelen Soğanlı Çayı ile birleşerek ilçenin kenarından geçer ve Filyos beldesinden Karadeniz'e dökülür. Karadeniz ikliminin egemen olan ilçede yazları ve kışları ılık geçer. Kabalaklı, Pamukdüzü, Kertili (Çamlık) mesire yerleri, Karanlık Dere, Kurtdamı ve Sarıgöl Ormanları av turizmine son derece elverişli yerlerdir.Merkez ilçe, Bakacakkadı ve Hacımusa beldelerinde belediye teşkilatları vardır.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
0372 333 1 333

 

TARİHÇE

TUNÇ ÇAĞI VE HİTİTLER DÖNEMİ (M.Ö. 2500 - 1200)
Tarihi kayıtlarda ve eski çağ tarih yazarlarının ve gezginlerinin yazılarında, Karadeniz Ereğli'den Heracleia Pontike olarak bahsedilmektedir. Bir çok tarihçi tarafından Heracleia Pontike'nin kuruluşu M.Ö. 550 yılı olarak belirtilse de günümüzde Yunanlı göçmenlerin kenti yerli halktan aldıkları kesinlik kazanmıştır.

İlk yerleşmelerin hangi dönemde olduğu kesin olarak bilinmese de son gerçekleşen arkeolojik kazıda M.Ö. 2500'lü yıllarda Karadeniz Ereğli'de bazı kabilelerin bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bu tarih Anadolu tarihi içinde Tunç çağının ilk dönemine ve Hitit öncesi döneme rastlamaktadır. Yunanlı göçmenlerin ise Anadolu'ya girmeye başlamasına daha 1500 yıl vardır.

Yazının henüz kullanılmadığı M.Ö. 2500'lü yıllarda tarihi buluş olarak kabul edilen çömlek icat edilmiş ve çömlek imalatına başlanılmıştır.

1800'lü yıllarda Avrupalı araştırmacılar tarafından Anadolu'da bulunan Hitit kalıntıları hem dünya hem Anadolu tarihini önemli ölçüde etkilemiştir. Binlerce tabletten oluşan Hitit devlet arşivlerinin okunması ve tam anlamıyla çözümlenmesi 1930'lu yıllarda gerçekleşince, Anadolu'da yeni uygarlıklar ortaya çıktı. Hitit Tabletlerinde, Anadolu'nun kuzeybatısında Palaca konuşan Pala halklarından bahsedilmektedir.

Bununla birlikte Hitit arşivlerinde kuzeyden gelerek, sürekli Hititler ile savaş içerisinde olan Kaşka adlı halklardan da bahsedilir 2000 yılında Karadeniz Ereğli'ye 24 kilometre uzaklıktaki Zoroğlu Köyü'ndeki Yassıkaya'da yapılan arkeolojik kazılarda; Karadeniz Ereğli tarihi ile birlikte Türkiye tarihini de önemli ölçüde etkileyecek birçok tarihi eser ortaya çıkarılmıştır.

Karadeniz Ereğli'de faaliyet gösteren bir fotoğraf kulübü ekibi tarafından doğa gezisi sırasında tesadüfen bulunan mağaralarda kazı çalışmalarının yapılmasıyla Karadeniz Ereğli tarihinin M.Ö. 2500 - 2200 yıllarına kadar uzandığı belirlenmiştir.

Zoroğlu Köyü Yassıkaya bölgesindeki mağaralarda toprağın yüzeyinde ve 1 - 2 metrelik derinliklerde çömlek parçaları, gaga burunlu testiler, öğütme taşları, çakmaktaşı yapımı keskiler, terazi ağırlıkları gibi birçok kalıntı elde edilmiştir.

Kazı yönetimi, bulunan eserler üzerinde yaptığı değerlendirme sonucunda; parçaların bugüne kadar Batı Anadolu'da bulunan bulgulara benzemediğini belirtmiştir. Prof. Dr. Turan Efe, buluntular içerisindeki çanak çömleğin özgün bir yapısı olduğunu ve dolayısıyla bu kavmin Karadeniz Ereğli'ye göç yoluyla gelmiş olabileceğini belirtirken, M.Ö. 2000 yıl içlerine ulaşan bulguların Hitit metinlerinde adı geçen Kaşka kavmiyle ilgisi olabileceğini söyler. Kaşka kavmiyle bağlantının ortaya çıkmasının hem Anadolu tarihi için hem de Karadeniz Ereğli tarihi için çok önemli olduğunu belirten Prof. Dr. Turan Efe, Yassıkaya bölgesinde ve Karadeniz Ereğli'de uzun süreli bilimsel araştırmalar ile önemli bulgulara ulaşabileceklerini de anlatır.

Hitit metinlerinde Kaşka kabilelerinin kuzeyde yaşadıklarından bahsedilir. Hititler M.Ö.1600'lü yıllardan itibaren Kaşka (Kaşga) Kavimlerinden; barbar, doğulu, ilkel, dağlı ve saldırgan olarak bahsederler. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasında en önemli etkenin Kaşka kabileleri olduğu belirtilmektedir. Hititler, Anadolu'ya girdikleri M.Ö. 2000'li yıllardan itibaren yüzyıllarca Kaşka Kavimleriyle uğraşmış Kaşkalar ile sürekli savaşmak zorunda kalmıştır. Hitit belgelerinde; Hititlerin Karadeniz'e çıkmalarını engelleyen etkenin Kaşka Kavimleri olduğu belirtilir.

Antikçağ'ın Yunanlı anlatımcıları, Heracleia Pontike'den bahsederlerken yerli halk olarak Mariandynoi gibi bir halktan söz ederler. Bu halkın M.Ö. 1200'lü yıllarda Karadeniz Ereğli'de yaşadığını belirtirler. Helenler, Karadeniz Ereğli yerli halkından Mariandynoi olarak bahsederlerken bu kelimenin Helen dilinde herhangi bir anlamının bulunmadığı ve ekler yapılarak Helenleştirildiği görülür. Mariandynoi isminin Hitit uygarlığının içinde yer alan Luwi'lere ait Luwi dilindeki anlamına bakıldığında, "Yüce Ma'ya tapan halkın yurdu" olarak çevirisi yapılmaktadır. (Ma, ana tanrıça olarak kabul edilir.) Yine Karadeniz Ereğli'de Helenler tarafından kullanılan yer adlarının Helen dilinde bir anlamının bulunmaması ve Hititler tarafından kullanılan Luwi etkisinde oluşturulmuş adlar olması, Karadeniz Ereğli'de ve çevresinde Hititler dönemin de yerleşmeler olduğunu gündeme getirmektedir.

Antik tarihçiler, Filyos (Teion) Irmağı'ndan itibaren Kaukon denen ancak Homeros ve Strabon döneminde kimliğini kaybetmiş yerli halktan bahsederler. Dolayısıyla arkeolojik buluntuların ışığında değerlendirme yapıldığında, Karadeniz Ereğli'de ilk yerleşmenin M.Ö. 550 yılında  başlamadığı, M.Ö. 2500 - 2200 yılları arasında bölgede yaşayan yerli halkların bulunduğu ortaya çıkar.

BİZANS DEVRİ'NDE KARADENİZ EREĞLİ
Roma İmparatorluğu'nun M.S. 395 yılında Bizans ve Roma olarak ikiye ayrılmasıyla Bizans hakimiyetinin başladığı Heracleia'da, Bizans İmparatoru II. Theodosios (M.S. 408 - 450) döneminde Hristiyanlar zafer kazanırlar. Bu tarihlerde kentin büyük bir deprem yaşadığı ve Bizans İmparatoru II. Theodosios'un kente gelerek yeniden inşası konusunda gerekli desteği verdiği bilinmektedir. M.S. 8. yüzyılda Arap akınları İznik'e ulaşmış ancak Heracleia, bu akınların dışında kalmıştır.

Türklerin 1071 yılından itibaren Anadolu'ya girmesiyle Heracleia Türk kuşatmalarına sahne olmuş ancak Türkler başarılı olamamışlardır. Bu tarihlerde dini yapılaşmanın yoğun olduğu Heracleia, Bolu'nun (Klaudiopolis) Piskoposluk merkezi olmasıyla, İmparatorluk tarafından Bolu'ya bağlanmıştır. Ancak Bolu'nun Türkler tarafından alınması sonucunda kent yeniden önem kazanmış tekrar Metropolis olmuştur. 1204 yılında Kommenos Hanedanından David'in Heracleia'yı hakimiyeti altına aldığı görülür. Heracleia bu dönemde Trabzon İmparatorluğu'nun batı kalesi olarak kullanılmıştır.

1204 - 1205 yıllarında şehrin surları yenilenmiştir. Karadeniz Ereğli'de bulunmuş bir kitabede (kitabenin yeri bugün bilinmemektedir) kentin yeniden yapılanması konusunda şunlar yazılır; “Kızıl yeşil Yunan meşalesini yakan Büyükbabası hükümdar Andronikos O ıslak temel üzerine yeni bir fener yaptı zamanın yıktığı şeyi yeniden yaptı muhteşem bir sanatla bütün Heracleia'yı yaptı 1206. Kommenos Hanedanı'ndan David, Kommenos Devleti'nin Hükümdarı Andronikos'un küçük torunudur.”

David, Heracleia'da yaptıklarının dedesine ithaf etmiş görünmektedir. İznik İmparatoru Theodoros 1214 yılında Heracleia'ya saldırarak David'den kenti almış ve Sinop'a kadar olan tüm bölge İznik İmparatorluğu'nun hakimiyetine girmiştir. 1261'de İznik İmparatorluğu İstanbul'u yeniden Latinlerden geri alınca, Heracleia tekrar Bizans İmparatorluğu sınırlarına dahil olmuştur. Gittikçe kan kaybeden Bizans İmparatorluğu, Karadeniz'deki hakimiyetini korumak için Cenevizliler'e bazı ticari avantajlar sağlamış, anlaşmalar imzalamıştır (1261). Bu dönemden sonra Heracleia, Cenevizliler'in kontrolü altına girer ve Ceneviz kolonisi olur. Selçukluların Anadolu üzerindeki baskısı Moğollar tarafından kırılmış ancak bu kez de 1269 yılında Heracleia'yı Moğollar kuşatmışlardır. Ne var ki Moğollar, tüm saldırılarına rağmen şehri ele geçirememişlerdir. Osmanlılar, Anadolu'da genişlemeye başlarken ve Türkler Anadolu'nun birçok kentine hakim olurlarken, Heracleia, kendini diğer Bizans kentlerine göre uzun bir süre Osmanlılara karşı koruyabilmiştir.

ROMA DEVRİNDE KARADENİZ EREĞLİ
Heracleia Pontike, güçlü donanması sayesinde elinde kalan toprakları Galataialara karşı korumayı başarmıştır. Romalılar Anadolu'ya girmeye başladığında topraklarını geri alabilmek amacıyla M.Ö 187 yılında Romalılarla anlaşma imzalayan Heracleia, Roma desteğine rağmen kaybettiği toprakları geri alamamıştır. Roma - Pontos Savaşlarında Roma'yı destekleyen Heracleia güçlü donanması nedeniyle Romalılar tarafından kullanıldığını anlayınca, Romalılardan kaçan Pontos Kralı Mithradates'i ve 4.000 kişilik ordusunu Heracleia'nın kent surları içinde saklamıştır. Pontos Kralı da ordusunu Heracleia'da bırakıp rahatça ülkesine dönmüştür. Romalılar ise Heracleia halkının yaptıklarına kızarak, M.Ö. 72 - 70. yıllarda 2 yıl süreyle kenti kuşatmışlar ancak kenti almayı başaramamışlardır. Fakat Heracleia'da veba salgını başlayınca kente girmeyi başaran Romalılar, kenti baştan sona yağmalayıp, yakmışlardır. Kenti yağmalayan Romalı komutan Cotta, Karadeniz İmparatoru ünvanını almasına rağmen Roma Meclisinde Heracleia'yı gereksiz yere yağmaladığı için yargılanmıştır. Romalılar kente özgürlüğünü geri vermişler ve Augustus döneminde kentin yeniden inşasına başlamışlardır. M.Ö. 63 yılında Amasya'da doğan Strabon ünlü coğrafya kitabını yazmaya M.Ö. 7 yılında başlar ve Karadeniz Ereğli gezisini de anlatır.

Kentin limanlarının geliştiğini ve kolonileri ile birlikte değerli olduğunu anlatır. Strabon Hercleia'da bıldırcın otu denen bir bitkinin yetiştiğini şehrin Kalkedon'dan (İstanbul) 1500 stadion (262 km.) Sangarios Irmağından (Sakarya) 500 stadion (88 km.) uzaklıkta bulunduğunu söyler.

Romalıların bir eyaleti konumunda gelişimini sürdüren Heracleia'da M.S. 100'den itibaren Hz. İsa'nın 12 Havarisinden biri olan Aziz Andreas'ın girişimiyle Hristiyanlık gelişmeye başlamıştır. Hristiyanlığın gelişimi Galataia'lıların dikkatini çekmiş ve Heracleia'daki gelişimi engellemek için Hristiyanlara yoğun baskı yapmışlar ve birçok insanı öldürmüşlerdir. Heracleia, baskılar arasında kentin gelişimini sürdürebilmiştir. Bu arada Roma İmparatorluğu'nun Anadolu'ya getirdiği barış ortamı, Karadeniz Ereğli'de özellikle M.S. 200 yıllarından itibaren kamu binalarının ve su kanallarının yeniden hızlı bir şekilde yapılmasını sağlar. Kente amfitiyatro kurulur. Ayrıca dönemin sikkelerinde bu tiyatronun figürleri kullanılır. Karadeniz Ereğli'de yol kazıları sırasında bulunan bir anıt, M.S. 200 - 300 yılları arasında kentteki kültür ve gelişmişlik seviyesini görtermesi açısından son derece önemlidir. Dönemin ünlü Pandomim sanatçısı Krispos adına yapılmış bu mezar anıtı üzerindeki kitabede şunlar yazılıdır. Mezarlar insanların en son evleri ve en son duvarlarıdır. onlar bedenlere evlerden daha sadıktırlar. Onlardan kalan akıtılan gözyaşları ve ölülerin sonsuza dek kalacak fani olmayan miraslarıdır. Ölüm uykusundan sonra artık vücudun güzelliği geri alınamaz. Burası bir sukun şehridir. Çıplak olarak taşınıp içine gömülünen sağlam ebedi istirahatgah. Ebedi evdir. Bu nasıl bir mezardır ve burada yatan kimdir? Hayatta kazanılan zaferlerin nefrete layık abidesidir. Taş ve toprak olanın işaretleri. ölülerin mezar taşları suskun harflerinizle öleni dile getiriniz.

Vücudunuzu yitirip telef ettikten sonra hangi insan buraya ismini verdi? Ölü insan Krispos. Fariz ülkesinin (Mısır) ve başak taşıyan Nil Nehri'nin vatandaşı, bu anıtın altında yatmaktadır.

TÜRKLER DÖNEMİNDE KARADENİZ EREĞLİ
Osmanlılar'ın yükselişi ile birlikte, Bizans egemenliğindeki Heracleia'nın da bağlı olduğu İznik kenti 1337 yılında Türk hakimiyetine girmiştir. Şehir, 1337 yılında Gazi Şehzade Süleyman Paşa (Orhan Gazi’nin oğlu) tarafından ele geçirilmiştir. Ereğli’de Orhanlar ve Süleymanlar isimli 2 adet mahallenin ismi buradan gelmektedir. Ayrıca; “Orhan Gazi Camii“ ve Kirmanlı mahallesindeki Mehmet Çelikel olarak bilinen caminin asıl adı “Gazi Süleyman Paşa Camii”dir. Şehir; Orhan Gazi döneminde Osmanlıların elinde geçtikten kısa bir süre yeniden Cenevizliler'in kontrolüne girmiştir. Cenevizliler 60 yıla yakın bir süre kentin hakimiyetini sürdürmeyi başarmışlardır.

 1654 yılında Don Kazakları Karadeniz kıyılarını yağmalamaya başlar. Karadeniz Ereğli’de bundan nasibini alır. Kazakların yağmasından kurtulmak isteyen Osmanlılar, Yeniçerileri Karadeniz Ereğli'ye göndeririler. Ancak kent bu kez Yeniçeriler tarafından, Kazakları aratır şekilde yağmalanır.

1703 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'nda gemi yapım merkezi olarak belirlenen bir kaç bölgeden biri de Karadeniz Ereğli'dir.

1800'lü yılların başına kadar “ayanlıkla” yönetilen Karadeniz Ereğli'ye; Safranbolu, Bartın ve Devrek bağlanmıştır. 1839'da Safranbolu ve Bartın, Karadeniz Ereğli'den ayrılmıştır. 1838 yılında şehre gelen gezgin Eduard Bore, 3 gün Karadeniz Ereğli'de kalır ve Cehennemağzı Mağaraları’nı bulur. Bunu 1840 yılında seyahat notlarını anlattığı kitabında dile getirir.

1829 yılında Karadeniz Ereğli'de yeni bir dönem başlayacaktır. Karadeniz Ereğli'nin Kestaneci Köyü'nden Uzun Mehmet adlı bir köylü gezinti yaptığı sırada taş kömürünü bulacak ve Osmanlı sarayını bu buluştan haberdar edecektir.

1848 yılında Abdülmecit zamanında kömür ocakları işletmeye açılır. 1853 yılında Kırım Savaşı sırasında kömür işletme hakkı İngiliz ve Fransızlar'a devredilir. Kömür işletmelerinin çalışmaları nedeniyle bölgeye insan göçü başlar. Bölgede sadece Türk nüfusu değil aşırı bir şekilde, Rum ve Ermeni nüfusu artışı gözlenir.

1860-1890 döneminde; Rumlar ve Ermeniler Karadeniz Ereğli ticaretini ellerine alırlar. 1869 yılında Karadeniz Ereğli'de Kaymakamlık teşkilatı kurulmuştur. 1880 yılında ise Belediye Teşkilatı kurulmuştur.

1914 yılında I. Dünya savaşının başlaması ile birlikte kömür ocaklarının işletim hakkı Almanlar'a verilir. Buna kızan Ruslar, 2 yıl süreyle Karadeniz Ereğli kıyılarını sık aralıklarla bombardımana tutarlar. Dünya savaşının ardından Anadolu'nun, Avrupalı devletler tarafından işgal edilip paylaşılmasıyla Fransızlar Karadeniz Ereğli'ye gelirler ancak Karadeniz Ereğli'yi işgal etmeyi başaramazlar. Kurtuluş Savaşı sırasında işgal altındaki İstanbul'dan vatanseverler tarafından kaçırılan Alemdar isimli küçük bir savaş gemisi, Zonguldak'a ve Karadeniz'e hakim olan Fransızlar tarafından ele geçirilmek istenmiştir. 9 Şubat 1921 günü Alemdar'ı Karadeniz Ereğli limanına getiren vatanseverler gemiyi karaya oturtmuşlar ve Fransızlara teslim etmemişlerdir.

Vatanseverlerin Karadeniz Ereğli'ye sığınmalarına kızan Fransızlar, kenti işgal etmek istemişler ancak Karadeniz Ereğli halkının mücadelesi sonucu başarılı olamamışlardır. Şehrin hastanesi dahil kıyıya yakın bölgelerini denizden bombalayan Fransızlar, Alemdar Gemisi’nin gizlice yüzdürülmesi sonucunda karşı saldırıya maruz kalmıştır.

1921 18 Haziran Karadeniz Ereğli halkı tarafından esir alınan bazı Fransız komutan ve askerler, henüz kurulmamış olan Türkiye Cumhuriyeti ile anlaşma imzalamak zorunda kalmışlardır. Bu anlaşma, Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı'ndaki ilk uluslararası anlaşması olmuştur ve Milli Kurtuluş Hükümeti'nin kabul edildiğinin bir göstergesidir. Kurtuluş Savaşısırasında Karadeniz Ereğli halkının mücadelesi sonucu elde edilen bu başarı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kazandığı zaferlerin temelini oluşturmuştur. Bu şekilde, Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve tek deniz savaşı Karadeniz Ereğli'de gerçekleşmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve tek deniz şehidi de ALEMDAR Gemisi’nde Güverte tayfası iken Serdümenlik ve Kaptanlık yapan Rize’nin Pekmezci köyünden 1874 doğumlu Hacı Mahmut oğlu Recep Kahya’dır.

1920 - 1923 yılları arası Kurtuluş Savaşı'na katkılar sağlayan Karadeniz Ereğli'de, 1923 yılından itibaren büyük değişimler başlar. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadele anlaşması gereği Karadeniz Ereğli'deki Rum ve Ermeniler bölgeyi Terk etmek zorunda kalırlar. Mübadeleden sonra Karadeniz Ereğli'nin Yalı Caddesi denen bölgesinde yoğunlukta olan azınlık vatandaşlardan geriye sadece arsa tapu kayıtları kalmıştır. (Tapu kayıtlarında mevcut binanın veya arsanın yerini belirlemek için etrafında bulunan belirgin özelliklerde açıklanır. Karadeniz Ereğli'deki bir şahsa ait olan tapuda olduğu gibi "sağı Arnabutoğlu Yorgi Veledi Hıristo, solu Abacıoğlu İstifan Veledi Yorgi arsası...")

1914 yılında I. Dünya savaşının başlaması ile birlikte kömür ocaklarının işletim hakkı Almanlar'a verilir. Buna kızan Ruslar, 2 yıl süreyle Karadeniz Ereğli kıyılarını sık aralıklarla bombardımana tutarlar. Dünya savaşının ardından Anadolu'nun, Avrupalı devletler tarafından işgal edilip paylaşılmasıyla Fransızlar Karadeniz Ereğli'ye gelirler ancak Karadeniz Ereğli'yi işgal etmeyi başaramazlar. Kurtuluş Savaşı sırasında işgal altındaki İstanbul'dan vatanseverler tarafından kaçırılan Alemdar isimli küçük bir savaş gemisi, Zonguldak'a ve Karadeniz'e hakim olan Fransızlar tarafından ele geçirilmek istenmiştir. 9 Şubat 1921 günü Alemdar'ı Karadeniz Ereğli limanına getiren vatanseverler gemiyi karaya oturtmuşlar ve Fransızlara teslim etmemişlerdir.

Vatanseverlerin Karadeniz Ereğli'ye sığınmalarına kızan Fransızlar, kenti işgal etmek istemişler ancak Karadeniz Ereğli halkının mücadelesi sonucu başarılı olamamışlardır. Şehrin hastanesi dahil kıyıya yakın bölgelerini denizden bombalayan Fransızlar, Alemdar Gemisi’nin gizlice yüzdürülmesi sonucunda karşı saldırıya maruz kalmıştır.

1921 18 Haziran Karadeniz Ereğli halkı tarafından esir alınan bazı Fransız komutan ve askerler, henüz kurulmamış olan Türkiye Cumhuriyeti ile anlaşma imzalamak zorunda kalmışlardır. Bu anlaşma, Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı'ndaki ilk uluslararası anlaşması olmuştur ve Milli Kurtuluş Hükümeti'nin kabul edildiğinin bir göstergesidir. Kurtuluş Savaşısırasında Karadeniz Ereğli halkının mücadelesi sonucu elde edilen bu başarı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kazandığı zaferlerin temelini oluşturmuştur. Bu şekilde, Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve tek deniz savaşı Karadeniz Ereğli'de gerçekleşmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve tek deniz şehidi de ALEMDAR Gemisi’nde Güverte tayfası iken Serdümenlik ve Kaptanlık yapan Rize’nin Pekmezci köyünden 1874 doğumlu Hacı Mahmut oğlu Recep Kahya’dır.

1920 - 1923 yılları arası Kurtuluş Savaşı'na katkılar sağlayan Karadeniz Ereğli'de, 1923 yılından itibaren büyük değişimler başlar. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadele anlaşması gereği Karadeniz Ereğli'deki Rum ve Ermeniler bölgeyi Terk etmek zorunda kalırlar. Mübadeleden sonra Karadeniz Ereğli'nin Yalı Caddesi denen bölgesinde yoğunlukta olan azınlık vatandaşlardan geriye sadece arsa tapu kayıtları kalmıştır. (Tapu kayıtlarında mevcut binanın veya arsanın yerini belirlemek için etrafında bulunan belirgin özelliklerde açıklanır. Karadeniz  Ereğli'deki bir şahsa ait olan tapuda olduğu gibi "sağı Arnabutoğlu Yorgi Veledi Hıristo, solu Abacıoğlu İstifan Veledi Yorgi arsası...")

KARADENİZ EREĞLİ'DE İNANIŞLAR (KÜLTÜRLER) VE HRİSTİYANLIK
Mitolojik kaynaklara göre; Karadeniz Ereğli, Delf Hatifi (Şükran İfadesi) kehaneti ve emriyle kurulur. Altın Post'u aramak için Karadeniz'e gelen Argonatlar'ın Karadeniz Ereğli'ye uğramaları kentin ününü ortaya çıkaran ilk etkendir. Karadeniz Ereğli'deki Cehennemağzı Mağaraları, Hades'in ülkesine (ölüler ülkesi) giriş yollarından biri olup, Apollon, Heracleia, Orhheus ve Serapis inanışlarının içinde değerlendirilmiş ve yüzyıllar sonra Hıristiyanların ilk gizli ibadet bölgelerinden biri olmuştur.

Antikçağın kehanetgah merkezlerinden biri olan mağaralar, Heracles'in Kerberos ile mücadelesine de ev sahipliği yapmıştır. Dor kavimlerinin ulusal kahramanı yarı tanrı Heracles, Kerberos'u etkisiz hale getirince şehrin adı başarısından dolayı Heracleia Pontika olarak anılmaya başlar.  Heracles'e adanmış kentlerin ortak adı olan Heracleiakavramı; Attike, Sikla, Syros, Kaş ve Agiron gibi birçok Anadolu kentinde, Heracles adına kutlanan bayramların da ortak adı olmuş ve Heracleia inanışının oluşmasını sağlamıştır.

Mitolojiye göre Ölüler Ülkesi'ne girip sağ çıkanlardan biri de Orpheus'tur. Orpheus, dinleyenleri büyüleyen müziğiyle Kerberos'u etkilemiş ve Heracles'in Ölüler Ülkesi'nden Kerberos'u dışarı çıkarmasına yardımcı olmuştur. Orpheus,Lir denen müzik aletiyle ve müzik yeteneğiyle antikçağda Orphik denen bir inanışın doğmasına neden olmuştur. Kentin ve Cehennemağzı Mağaraları'nın Biliciler Merkezi olarak anlatımı da Apollon inanışlarını oluşturmuştur.

M.Ö. 8. yy'da başlayan Fenike ve Karya kolonistlerinin yayılma politikalarının Karadeniz kıyılarına ulaşması ile birlikte Serapis inanışı meydana gelir. Serapis inanışı yeraltı tanrılarıyla ilgili bir Mısır efsanesinden doğar. İskenderiye'deki Serapis Tapınağı'nda tanrı Serapis sağ eliyle Kerberos'u tutar ve sol eliyle asasını havaya kaldırır.

Şehrin mimari süslemelerinde bereket, cinselik, saflık ve yeniden doğuşu simgeleyen lotüs bitkisi (Mısır Lotüsü) bezeme öğesi olarak kullanılmıştır. Yeraltı tanrılarının birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki benzerliği, tanrıların evrenselliğinin simgesi olarak kabul edilmiştir. Ancak, Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu inanış ortadan kalkmıştır. Persler'in Karadeniz Ereğli üzerindeki etkisi ile Pers'li Amastris'in Karadeniz Ereğli ve Amasra'da kraliçe olduğu dönemde bazı Mithra inanışları ortaya çıkar.

Mithra mitolojisine göre; ilk buğday tohumu ve üzüm tohumları kurban edilen bir boğanın kuyruğundan akan kanların sıçramasıyla oluşmuştur. Karadeniz Ereğli'de bulunan kalıntılarda üzüm salkımları ve asma yaprakları sıkça kullanılmıştır. Mithra ayinleri çoğunlukla yüz kişiyi alabilen mağaralarda yapılır. Ayinlerde kutsal su ile yıkanmak gerektiğinden bu mağaralarda su bulunması gerekir. Cehennemağzı Mağaraları'nın fiziksel özellikleri Mithraayinlerine uygun bir şekildedir.

Ayrıca Ayazma (Kutsal Su) mağarasında bulunan suyun Amastris tarafından kurulan Amasra kentiyle bağlantısı olduğu yönündeki söylenceler bu nedenle ortaya çıkmış olabilir. M.S. 100 yıllarında Hristiyanlık, Anadolu'daki ilk örgütlenmelerine Heracleia Pontika ve Heracleia Pontike tarafından kurulan Amastris ve Tielum kentlerinde başlar. Romalılar, Hristiyanlara karşı hoşgörü ile yaklaşmayıp kendi düzenledikleri resmi ayinlere katılmayan Hristiyanları yakalayarak öldürdüler ve eziyetler yaptılar. Bu nedenle Hristiyanlar ibadetlerini gözlerden uzak mağaralarda inlerde yapmaya başladılar. Bu aynı zamanda Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı bir mağarada dünyaya getirmesi ile de bağlantılıdır. Dolayısıyla Hristiyanlar mağara kiliseleri kurmaya önem vermişlerdir.

Roma İmparatoru Trainaus döneminde (M.S. 98 - 117) Bitinya Valisi olarak görev yapan Plinius, İmparatora yazdığı mektuplarda Karadeniz Ereğli'deki Hristiyanlık hareketlerinden bahseder ve bölge hakkında bilgiler verir. Yuhanna İncili'ne göre Hz. İsa'nın 12 Havarisinden biri olan  ve ilk havari olarak kabul edilen Aziz Andreaos, Heracleia'da misyonerlik yapmaya başlar. Hıristiyanlığın gelişimi ile birlikte Heracleia, Bizans İmparatorluğu döneminde yapılan dinsel toplantılarda metropolis ve metropolit olarak temsil edilmiştir.

Ve bugün bulunan mağaralardan sadece bir tanesi Kilise Mağara olarak tanınmakta ve katakomp olduğu bilinmektedir. Mağaranın içerisinde kilise motifleri, taban mozaikleri, mezar taşları, erken hristiyanlık dönemine ait sütun ve başlıklar halen durmaktadır.

Karadeniz Ereğli'de Osmanlı egemenliği döneminde Türkleşme süreci ile birlikte İslami yapılaşma da artar. Osmanlılardan önce yıkılan bir çok  Bizans dönemine ait kilise onarılır ve cami olarak kullanılmaya başlanır. (Halen ibadete açık olan Orhan Gazi Cami, -eski adıyla Sultan Süleyman Cami- yeni adıyla Mehmet Çelikel Cami gibi…)

ANTİK YUNAN'DA KARADENİZ EREĞLİ
Anadolu'ya M.Ö. 1000 yıllarında gelmeye başlayan Yunan boyları önce Marmara ve Ege’de koloniler kurarlarken bundan 500 yıl sonra, M.Ö. 550 yılında Karadeniz Ereğli'ye ulaşmışlardır. Bu nedenle M.Ö. 550 tarihi kentin kuruluş tarihi olarak kullanılmaya başlanmıştır. (Yunanlılar gittikleri bölgelerde toprak iddia etmek için kent ve yer isimlerini Helenleştirme ideolojisini uygulamışlardır.) Karadeniz Ereğli'nin bu tarihlerde Heracleia Pontike olarak adlandırıldığını görmekteyiz. Yunanistan'dan, Çanakkale üzerinden gelen Megaralı ve Boitalı Dor göçmenler kentin güç kazanmasını sağlamışlardır.

Karadeniz Ereğli'de M.Ö. 550'li yıllarda ilk Yunan yerleşmesi başladığında aynı zamanda Persler de Anadolu'ya girmiş ve Manisa'ya kadar olan bölgeyi topraklarına dahil etmişlerdir. Heracleia Pontike yöneticileri Perslerle iyi ilişkiler kurmayı başarmışlar ve zamanla ilişkilerini geliştirmişlerdir. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde bulunan M.Ö. 530 yılında Heracleia Pontica'da yapılan Tran Başı Büstü'nün Pers etkisi taşıması, Perslerin Heracleia üzerindeki etkisinin en büyük göstergesi olarak kabul edilmektedir.

Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal M.Ö. 530 yılına ait Karadeniz Ereğli'de bulunmuş bu tran başı büstünü Anadolu'daki Doğu Helen Portre sanatının ilk örneği olarak belirtmekte, dünyanın en önemli sanat tarihi eserlerinden biri olduğunu söylemektedir.

Ksenophon liderliğindeki Yunan ordusunun (onbinler) yolculuklarının son döneminde gemilerle birlikte Heracleia Pontike'ye uğramaları (M.Ö. 400), Heracleia için bir dönüm noktası olmuştur. Gemilerden inipHeracleia halkından gıda yardımı isteyen Onbinler ordusu arasında anlaşmazlıklar çıkınca ordu 3'e bölünür. 1. bölüm denizden yolculuğuna devam eder, kalanlar ise karadan yolculuklarını sürdürmeye karar verirler. Ancak Heracleia'da kaldıkları 6 günlük süre içerisinde Heracleia'yı yağmalarlar ve kentte, sonraki dönemlerde tranlara karşı ayaklanmaların başlamasına neden olurlar.

Anadolu'da Lidyalılar M.Ö. 650 - 600 yıllarında sikke kullanımına başlarlarken, Heracleia Pontike'de kent adına ilk sikkelerin M.Ö. 394 - 364 yılları arasında basımının gerçekleştiğini görüyoruz. 4.9 gramlık ilk gümüş para üzerinde, Heracles ve boğa figürleri kullanılmış olmasına rağmen bu paranın hangi tranlar döneminde basıldığı bilgisine ulaşılamamıştır. Ancak sikkenin kentin kurucusu Heracles'e itafen basıldığı belirtilmektedir.

M.Ö. 400'lü yıllarda yaşayan Pontos'lu Herakleides ise; dünyanın kendi ekseni etrafında 24 saatte döndüğünü söylemiştir. Eflatun'un öğrencisi olan Pontos'lu Herakleides, Eflatun'un ölümünden sonra Akademi'yi yönetmiş ve felsefe ile bilim konularında önemli eserler vermiştir. Hayatının ikinci yarısını Herakleia Pontice'de sürdüren Herakleides, dünyanın kendi ekseni etrafında 24 saatte döndüğünü söyleyen ilk bilim adamı ünvanı ile yaşadığı dönemlerden sonra da önemini sürdürmüştür. Platon'un öğrencilerinden Heracleia Pontike'li I. Klearchos yönetim karmaşasının yaşandığı bir dönemde Heracleia'ya gelerek, halkı zenginlere karşı ayaklandırır ve krallığını ilan eder.

M.Ö. 364 yılında hükümdarlığını ilan eden I. Klearchos krallığı döneminde Anadolu'yu baştan sona etkileyen ve Anadolu'daki en güçlü Yunan krallarını yıkan Perslere karşı bağımsızlığını koruyabilen Heracleia, I. Klearchos'un ölümünden (M.ö. 352) sonrada Karadeniz kıyılarındaki egemenliğini ve genişlemesini sürdürmüştür. I. Klearchos döneminde; şehirde büyük yapılanma başlamış ve Platon'un öğrencisi Klearchos ilk kütüphaneyi kurmuştur.

M.ö 400 - 300 yılları arasındaki dönem Herakleia Pontike için Büyük Yayılım Dönemi olarak kabul edilir. Deniz ticaretinin ve tarımsal gelişmelerin ardından Heracleia siyasi gücünü artırmış ve koloniler kurmuştur. Heracleia bu dönemde Kallatis (Romanya'da Dobruca Bölgesinde kıyı kasabası) ve Khersonesos (Rusya'nın Kırım Bölgesi, Kırım Yarımadası) adlı kolonilere sahiptir. Anadolu'da ise; şehrin doğu ve batı kıyıları boyunca genişlemiş, batıda; Cales (Kales - Alaplı), Diospolis (Akçakoca), Apollonia - Thynia (Kefken Adası) ve Karpeia (Kefken), doğuda; Sandareke (Zonguldak), Teion (Filyos), Sesamos (Bartın - Amasra), Kromna (Bartın - Kurucaşile), Kytoron (Kastamonu - Cide) ve Sinope (Sinop) kadar ki bölgede etkili olmuştur. Bu gelişmede en önemli unsur Heracleia'nın sahip olduğu güçlü donanmasının etkisidir.

I. Klearchos'un ölümünün ardından yönetime Satyros adlı tranın geçtiğini bilmekteyiz. (M.Ö. 352 - 345) Daha sonra Heracleia yönetimine Dionysos ve Timoteos tranlarının (M.Ö. 345 - 337) geçtiğini görüyoruz. Siyasi başarıları nedeniyle Heracleia'yı hem Persler'e karşı hem de Büyük İskender'e karşı korumayı bilmişlerdir. Dionysos tek başına kral olduğu dönemde (M.ö. 337 - 305) Büyük İskender Anadolu'ya girmiş ve Perslerle savaşmaya başlamıştır. İskender'in M.ö. 324 yılında Persler'i yenmesi sonucu İskender, etrafındakileri Pers kızları ile evlenmeye zorlamıştır. Bunun üzerine Heracleia Kralı Dionysos, Pers Kralı III. Darius'un kardeşinin kızı Amastris ile evlenerek (M.ö 320), Anadolu ve Karadeniz Ereğli tarihini etkileyen bir sürecin başlamasına neden olmuştur.

 Dionysos'un M.Ö. 305 yılında ölümünün ardından tahta geçen Amastris, Trakya kralı Lysimachos'un saldırılarından kenti korumak için onunla evlenmek zorunda kalmıştır. Bu dönemde Heracleia ticari olarak zenginliğini artırmaya devam etmiştir. Amastris Heracleia'nin zenginliğini ispatlarcasına kendi adını taşıyan Amastris (Amasra) şehrini kurar ve kendi adına ilk sikkeyi bastırarak Amasra'yı yönetmeye başlar. (M.ö. 300 - 288) Bu arada Heracleia'da II. Kearchos ve Oxathres tranlık dönemi (M.ö. 305 - 286) başlamıştır. Ancak, annelerinin hareketlerini benimsemeyen oğulları Klearchos ve Oxathres, Amastris'i öldürürler. M.Ö. 288 Bu yıllarda Heracleia'da yönetim karmaşası görünür. Amastris'in öldürüldüğünü duyan Amastris'in eski kocası Trakya Kralı Lysimachos Heracleia'ya gelerek şehrin başına geçer. Amastris'i öldüren çocuklarını M.Ö. 286 yılında idam ettirir. Şehrin hazinelerini talan eden Trakya kralı, idareyi halka bırakıp gider. Ancak Trakya kralının ölmesinin (M.Ö. 281) ardından ayaklanan Heracleia halkı, kentte büyük bir yıkım olmasına neden olur. Bütün kent surları temellerine kadar yıkılır. Ayaklanmaların ardından Cumhuriyet rejimine geçen Heracleia halkı, Bithynia, Bergama ve Suriye İmparatorluğunun saldırılarına karşı topraklarını korumayı başarır.

Daha sonraki yıllarda Galatia'lara karşı Bithyniaları destekleyen Heracleia'lılar I. Antiochos'un yönetimi altındaki (M.Ö 280 - 261)  Galatia'ların saldırılarına maruz kalmış ve kent yağmalanmıştır. Kentin yağmalanmasının ardından Galatia'ya karşı savaşlarda Mısırlılar'la iyi ilişkiler kuran Heracleia halkı, Mısır Kralı II. Ptolemaios'un yardımlarıyla kenti yeniden inşa etmişler ve gönderilen Marmara Adası`ndan mermerler ile Heracles adına şehirde tapınak yapmışlardır.

Heracleia`nın önceki yıllardaki savaşlarda destek verdiği Bithynia ile arası M.Ö. 2000'li yıllarda bozulmuş ve saldırılar sonucu Bithynia'ya topraklarını kaptırmıştır. Sakarya Irmağı, Bartın çayı ve Filyos arasında kalan topraklar Amasra dahil, 200 yıllık Heracleia hakimiyetinden sonra Bithynialar'a geçmiştir.

MİTOLOJİDE KARADENİZ EREĞLİ
Yunan efsanesine göre Acheron, Güneş ile Toprağın oğludur. Olympos (Olimpos) tanrılarıyla devler arasındaki savaşta susuzluktan kırılan devlere su verdiği için Zeus tarafından lanetlenerek yeraltı ülkesine kapatılmıştır. Acheron'u önce; M.Ö. 9.yy.'da yaşadığı bilinen Homeros, ardından Vergilius ve Ortaçağın büyük şairi Danteanlatmıştır. Homeros, Odeisa adlı yapıtında;

"... geçtiğin zaman Okeanos'u geminle, orada alçak kıyı var ve Persephone'nin koruluğu uzun, uzun kavaklar göreceksin, kısır söğütler derin anaforlu Okeanos'un kıyısına çek karaya gemini, sonra çık yola Hades'in batalığına doğru, orada Acheron'a Pyriphlegeton ve Kokytos akar Styks'ten gelen sular da dökülür oraya..."

HADES'İN ÜLKESİ
Ölüler ülkesinin anlatıldığı bölgenin görünüşü ürkütücü olarak tasvir edilir. Ölü ruhların içeri girmesi de kolay değildir. Ölü ruhları Acheron ırmağından geçiren bir sandalcı vardır. Kharon ölü rahlarını geçirmek için para alır. Bu nedenle ölülerin ağızlarına bir obolos (metelik) konurdu. Para almazsa Kharon, ruhları kovar ve asla yumuşamazdı. Toprağa gömülmeyen ruhların ise Hades'in ülkesine ulaşması mümkün değildi.

Gömülmeyen ruhlar yüz yıl havada gezinip dururlardı. Bu efsanevi anlatım o kadar etkili olmuştur ki Yunanlılar ölüleri Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki mağara ayinleri tasviri ile birlikte değerli eşyalarını da mezara koymayı adet olarak edinmişlerdir. Yunanlılar, ölü ile birlikte "hediye parası" diye anılan bir tas içerisine 10 - 15 civarında para koymayı gelenekselleştirmişlerdir.

Web Sayfası Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
0372 556 1131

 

https://yadi.sk/i/BfmVIc3P3RPVS3
https://yadi.sk/i/nQvKpkp-3UqQ6T
Loading...

TARİHÇE

Eskiçağlardan itibaren köklü bir geçmişi olan Devrek, en erken Erken Kalkolitik Çağ’da (MÖ 5500) yani günümüzden 7500 yıl önce yerleşime sahne olmuştur. Bu özelliğiyle Devrek, bölgede medeniyetin ilk filizlendiği yerdir.

     I. Beyazıt Hüdavendigar (1389-1402) döneminde, bir vakıf arazisi ile ilişkili Osmanlı arşiv belgesinde geçen Devrek, bu yıllarda ‘Hızırbeyili’ olarak nam salmıştır. Fatih Sultan Mehmet Han’ın Amasra’yı 1460 yılında fethiyle birlikte Devrek ve çevresine Oğuz boylarının konar-göçer yörük topluluklarının iskânı artmıştır. Hem Hızırbeyili hem de Devrek olarak anılan ilçemizin adı 5 Eylül 1887 tarihinde II. Abdülhamid Han’ın adına izafeten yirmi üç yıl boyunca ‘Hamidiye’ olarak anılmıştır.

     1910 yılından itibaren tekrar Devrek olarak anılan ilçemizin adının kelime manası, ünü bölge sınırlarını aşmış ve ilçemizde kurulan pazarına izafen öz Türkçe olarak ‘Pazartesi’ anlamına gelmektedir.

     Devrek bastonumuz, üzerindeki sanatkârane motifleri ile dünya sanatında haklı bir yere sahiptir. Bastonumuzun üzerindeki bazı motiflerin ve özellikle bastona dolanmış yılan kabartmasının izleri, antik mitlerde bile sürülebilmektedir.

     Hatta iyi bir marangoz ustası olan II. Abdülhamid Han döneminde de, ilçemizdeki baston sanatının oldukça ilerlemiş olduğu ve bu sanata bu padişahın destek verdiği Kastamonu Salnamelerinde özellikle vurgulanmıştır: “… kasabada ceviz ağacı ve çeşitli ağaçlardan imal edilmekte bulunan sandık ve masa ve sandalye ve konsol ve sigara ağızlığı ve en çok baston gibi şeyler şayan-ı memnuniyet bir surettedir.”