trenfrderu

BELEDİYELER

 
 
 

E-Belge Sorgu Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
0212 708 88 88

 

Loading...
Şişli`nin tarihi, İstanbul`un kuruluşundan günümüze kesintisiz süren tarihi gelişmesinde, kentin biçimsel değişikliklere uğradığı, köklü dönüşüm geçirdiği önemli kırılma noktalarından biri olan Osmanlı Devleti`nin batı etkisi altına girişiyle başlar.

Şişli`nin tarihi evrimi, büyük ölçüde Beyoğlu`nun tarihi evrimine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Beyoğlu nasıl Avrupa tarzında bir yerleşim olmuşsa, onun doğal bir uzantısı olarak gelişen Şişli de aynı özellikleri taşımış, Osmanlı Devleti`nin batılılaşma sürecine girişinin etkisiyle biçimlenmiş ve büyümüştür.

İstanbul`un son dönem yerleşimlerinden biri olan Şişli İlçesi özellikle 20. yy.`ın ikinci yarısından sonra olağanüstü bir büyüme sürecine girmiş; çok kısa bir zaman içinde İstanbul`un görece eski yerleşimlerinden biri olmuştur.

İstanbul kent yapısında dönüşümler sağlayan, özellikle de Şişli`nin gelişmesine önemli katkısı olan büyük Askeri Kışlalar ilk kez 18. yy.`da inşa edilmiştir.

Şişli`yi önemli derecede etkileyen ve genelde İstanbul`un dokusunda dönüşümlere neden olan sarayları, kışlaları, hükümet daireleri, okul ve hastanelerin ardı ardına yapıldığı Tanzimat sonrası dönemi ve gelişmeyi üç etkene bağlamak mümkündür.

1. Askeri ihtiyaç
2. Garp tarzında hükümet teşkilatı yapılması
3. Teba arasında eşitliğin ve ticarette serbestinin kabulüdür.

Tanzimatla birlikte, Osmanlı`da öğretim-eğitim ve sağlık alanlarındaki düzenlemeler hız kazanmıştır. Harbiye, Maçka`daki Mektebi Hayriye daha sonra okula dönüştürülecek olan Florance Nightingale önemli kurumlar olurken, Şişli`de eğitim-öğretim ve sağlık kuruluşları asıl azınlıklarca gerçekleştirilmiştir. Fransız Lape ve Pasteur Hastaneleri, Notre Dame de Sion ve Saint Michel okulları, Ermeni Surp Lusavorçiyan, Mihitaryan ve Nor Tıbrota okulları, Surp Agop Hastanesi,Surp Vartana Kilisesi, Bulgar Hastanesi bu dönemin önemli kuruluşlarıdır. Pangaltı`nın düzenlenmesi ile metruk hale gelmiştir.

Osmanlı Devleti`nin çözülme ve çökme sürecine girdiği 19. yy. sonu ile 20. yy. ilk çeyreğinde Şişli, trajik bir zıtlıkla tarihinin görkemli dönemlerinden birini yaşamıştır. İmparatorluğun çöküşünü sağlayan sosyo - ekonomik nedenler, Beyoğlu ve Şişli İlçesi gelişim dinamiği olmuştur. 20. yy.`ın başlarında, Şişli`nin özellikle Teşvikiye ve Nişantaşı semtleri, saraya mensup kişilerin ve yöneticilerin konakları ile doludur. Cumhuriyet dönemi, İstanbul`a olduğu kadar Şişli`ye de tarihsel dönüşümün etkenleri yanında, iki önemli belirleyici daha getirmiştir. Bunlardan birincisi, başkentin Ankara`ya taşınması, ikincisi ise ardı ardına birçok kent planının yapılmasıdır.

Moltke Planı, Şişli`yi etkileyen ve ona Batı ölçülerine göre gelişme doğrultusu veren ilk plan olmuştur. Planlama çalışmaları, Cumhuriyetin ilk 25 yılı içinde ise, giderek artan yoğunlukta sürdürülmüştür. Avrupa`da moda olan ilk kentçilik akımlarının bu dönemde oldukça etkili oldukları görülmektedir.

Fransa`dan gelen Agache, Lambert, Prost ve Almanya`dan gelen Elgötz Batı ölçülerinde kente yenilik getiren mimar, plancılardır. Bunlardan özellikle Prost`un hazırladığı planlar İstanbul`a olduğu kadar Şişli İlçesine de önemli özellikler kazandıran bir plan olmuştur. Prost planına uygun olarak geometrik dokulu yollar, ağaçlandırılmış bulvarlarla bitişik düzen yüksek yapılar ve Harbiye, Osmanbey, Nişantaşı ile Maçka`daki düzenlemeler bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Şişli`de bir kısmı günümüze dek uzanan bazı önemli yapılar Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmıştır.

İtalyan mimar Mongri`nin 1920`lerde yaptığı günümüzde artık başka amaçlarla kullanılan Güzelbahçe Kliniği (1920), Ataman Kliniği (1923), Maçka Palas (1928), İtalyan Sefareti (1928) ve daha sonraki yıllarda ise Amiral Bristol Hastanesi, Nişantaşı İngiliz Ortaokulu ile Şişli Terakki Lisesi (1938) binaları bu dönemin ürünüdür.

1940-50 arası Şişli`de önemli yapıların yükseldiği dönem olmuştur. 1950`li yıllar Türkiye`de sosyo-ekonomik dönüşümün ortaya çıktığı yıllardır. Bu dönüşüm İstanbul`la birlikte Şişli`yi de etkilemiş, İstanbul metropoliten bir merkez olma sürecine girerken, Şişli`de bu metropoliten merkezin önemli odaklarından biri olmuştur. Bu gelişmenin doğal sonucu olarak Şişli, Beyoğlu`nun Bucağı iken 1954`te 6324 sayılı Yasa ile İlçe olmuştur.

İstanbul 1950`li yıllarla birlikte uluslararası ve ulusal etmenlerin etkisiyle hızlı ancak çarpık ve sağlıksız bir kent sürecine girerek yapısal dönüşüm süreci yaşarken, Şişli`de bu dönüşümden etkilenmiştir. Bu süreçte sanayileşme, gecekondu olgusu apartmanlaşma ve Kamulaştırma hareketleriyle İstanbul`un doğal ve tarihsel çevresi geri dönülmez biçimde değişmeye başlamıştır.

1950`de Prost`un danışmanlığında toplanan İmar Müşavirliği Heyetin hazırladığı sanayi planı, İstanbul`un Kağıthane, Bomanti ve Dolapdere`de örgütlü sanayi alanları planlanarak yeni yerleşim birimlerinin doğmasına neden olmuştur. Şişli, 1950`lerde bir yandan kuzey, doğu ve batı yönlerinde hızla genişlerken aynı zamanda yeniden yapılaşma sürecine girmiştir. Özellikle kat mülkiyeti yasası, yeniden yapılanma sürecini hızlandırmış, 1-2 katlı eski yapıların yerini çok katlı apartmanlar almıştır. 1955 yılında Levent`te yeni sanayi alanları oluşturulmuş bu da Kağıthane ile Büyükdere Caddesi arasındaki alanın yoğunluk kazanmasına Kağıthane Vadisine inen yamaçlar üzerinde Gültepe, Çağlayan ve Hürriyet gibi gecekondu mahallelerinin doğmasına neden olmuştur. Şişli`nin en önemli sanayi kuruluşları, kimya (özellikle ilaç) bu dönemde kurulmuştur.

Osmanlı döneminde Beyoğlu`nda yoğunlaşan yabancı elçiliklerle konsoloslukların Şişli`ye yönelmesi de bu dönemde gerçekleşmiştir.1950`li yıllar yapılaşma hızı bakımından olduğu gibi büyük boyutlu düzenlemelerin de gerçekleştiği yıllardır. Bu yıllarda başlatılan imar-istimlak hareketi Şişli`yi de etkilemiş, anayollar yeniden ele alınıp iyileştirilmiş, yeşil alana önem verilmiştir.

Dolmabahçe Stadı ile stadın ardından Maçka`ya doğru uzanan alanda bir park planlanmıştır. Hilton Oteli ise yine 1950`li yıllar içerisinde Şişli`de yükselen en önemli yapı olmuştur. Şişli`yi yakın geçmişte etkileyen önemli gelişmelerden biri 1966 yılında Belediye Meclisince onaylanan Sanayi Nazım Planında Bomonti semtinin bir sanayi bölgesi olarak seçilmesidir.

E-Belge Sorgu Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 1 722

 

Loading...
Boğaz’daki en eski yerleşim bölgelerinden biri olan semtin ismi antik çağda “Simas” olarak geçer. Tarihsel süreç içinde “Kutsal Ana”, bazı kaynaklarda da “Kutlu/Güzel Akarsu” veya “Kutlu/Güzel Su” anlamında kullanılan “Simas” isminin yanı sıra “Skletrinas”, “Saron” ve Bizans döneminde “Limas” isimleri de kullanılır. Ancak Osmanlı dönemi başlarına dek yaygın olarak “Simas” ismi kullanılmıştır.

“Simas” isminin “Sarıyer” ismine dönüşmesi hakkında kesin bir bilgi bulunmazken çeşitli söylenceler bulunmaktadır. Bu söylencelerden biri “Sarıyer” isminin, İstanbul’un fethi sırasında ölen “Sarı Er” lakaplı bir yeniçeriden alınmış olduğuna dayanan söylencedir. Buna göre semtte türbesi bulunan “Sarı Er” zaman içinde “Sarı Baba” ismiyle anılmaya başlar… Söylencelerden bir diğeri de “Sarıyer” isminin bir zamanlar Maden Mahallesi çevresinde altın ve bakır madenlerinin çıkarıldığı sarı renkli yarlardan aldığı ve semtin isminin önce “Sarı Yar”, sonra “Sarı Yeri” ve nihayet “Sarıyer” olarak anılmaya başladığına inanılan söylencedir…

Bizans döneminin sonuna dek esas yerleşim merkezleri arasında ismi sayılmayan Sarıyer, eski çağlarda daha çok boş arazi ve tepeleri ile bilinir. Bizans İmparatorluğu döneminde semt, kıyı kesimlerinde ayazma, kilise ve limanı bulunan birkaç hanelik köylerin bulunduğu az sayıda yerleşim merkezi ile anılır. Bu küçük köyler eski çağlardan başlayarak balıkçılıkla geçinmekteydi. İstanbul’un fethinden sonra Anadolu ve Adalar’dan getirilen göçmenlerin iskân edildiği Sarıyer köyleri zaman içinde inşa edilen liman, cami, hamam, çeşme, konak ve sahilhaneler ile gelişmeye, büyümeye başlar.

Evliya Çelebi, Seyahatname isimli eserinde 17. Yüzyılda gelişmiş köylerin bulunduğu Sarıyer’i bin kadar bağlı, bahçeli ve mamur haneli bir semt olarak anlatır. İki mahallede Müslümanların, yedi mahallede de Hristiyanların yaşadığı Sarıyer’de Müslüman halkın bağcılıkla, Hristiyan halkın da balıkçılıkla geçimini sağladığını belirtir.

18. yüzyıldan başlayarak Boğaz’a Karadeniz’den gelebilecek saldırılara karşı savunma mevzileri oluşturulmaya başlanır. I. Abdülhamid’in yaptırdığı Delice Tabya ve III. Selim’in kurdurduğu tahkimatlar bu dönemde inşa edilir. Saray çevresinin yalı ve konaklarının yer almaya başladığı bu dönemde Sarıyer köylerine gayrimüslim ailelerin iskânına izin verilir. 19. yüzyılda Trakya köylerinden fes ve şayak boyama ustaları, bu sanatı öğretmeleri için İstanbul’a getirilerek bugün Boyacıköy ismini taşıyan Baltalimanı ile Emirgan arasına yerleştirilir. 1877 ile 1888 yılları arasında yapılan, “93 Harbi” olarak da bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Balkanlar’dan ve Karadeniz’den göçenler ile Sarıyer nüfusu giderek büyümeye başlar.

19. yüzyıla kadar II. Selim (1566-1574), IV. Murad (1623-1640), Sarıyer’de av köşkü bulunan IV. Mehmed (1648-1687), III. Selim (1789-1807) gibi padişahların kışları avlanmak, yazları da dinlence için gittiği Sarıyer, Fındık, Çırçır, Hünkâr, Kestane suları gibi kaynak suları ve koruları ile İstanbul’un mesire yeri olma özelliğini sürdürür.

Dönemin yazılı kaynaklarında gayrimüslimlerin yalıları, köşkleri ve bahçeleri ile birlikte eğlence ve sayfiye yeri olarak da anılır. Bu yüzyılda merkezi Pera’da (Beyoğlu) olan büyükelçiliklerin yazlık sefaretlerinin büyük bir kısmının Sarıyer İlçesi sınırlarına inşa edilmesi, Şirket-i Hayriye’nin vapur seferlerinin başlaması ile birlikte İstanbulluların mesire yerlerine, kaynak sularına ziyaretleri bölgenin ünlenmesine neden olur.

20. yüzyılda birbiri ardına gelen I. ve II. Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı, İstanbul’a göçlerin yaşanmasına neden olur. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Sarıyer merkez ve köylerinde Müslüman nüfus artarken, gayrimüslim nüfus hızla azalır.

Sarıyer’in Boğaz kıyalarındaki semtleri 1960’lara kadar daha çok yazın kalabalıklaşan bir sayfiye yeri iken, kara yollarının yapılması ve sahil yolunun genişletilmesiyle birlikte yapılaşma hızla artmaya başlar.

Uzun yıllar boyunca bir Boğaz köyü özelliğini koruyan, yazın plaj ve gazinoları ile özellikle hafta sonları mesire yeri olarak seçilen su kaynakları ile ünlenen Sarıyer, hızla değişime uğrayarak bu özelliklerini kısmen kaybeder. Kıyı bölgelerine lüks konutlar, sırtlara ise gecekondu mahalleleri inşa edilir.

1975 tarihli Boğaziçi Yasası öngörünüm bölgesini korumaya çalışmışsa da kontrolsüz büyüme önlenemez. 1980’lerde yeni yolların yapımıyla artık İstanbul’a çok yakın olan köylere doğa ile iç içe yaşamak için yerleşenlerle birlikte Sarıyer’in konut yapısı ve doğal görünümü değişir.

E-Belge Sorgu Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 81 80

 

Loading...
Pendik’in Adı
Çok eski bir yerleşim yeri olduğu bilinen Pendik’in bilinen en eski adı Pantikapaion’dur. Bizans Döneminde “her tarafı surlarla çevrili” anlamını taşıyan Pantecion, Latin egemenliğinde ise “duvar” anlamına gelen Peninda-kot ismini almıştır. Bu da bizi, Pendik’in egemen olan devletlerce bir savunma hattı olarak kullanıldığı bilgisine götürür. Pendik’e beş köy, beş burun, beş çıkıntı, beş balıkçı köyü de denmiştir.

TARİH ÖNCESİ DÖNEM
Tarih Öncesi Dönemlerin İstanbul’u (1) isimli makalesinde İstanbul’un geçmişine ilişkin araştırmasında Mehmet Özdoğan,Afrika’dan çıkan ilk insanın yaklaşık 1 milyon yıl kadar önce buradan geçtiğini söyler.

Göç yollarının zorunlu olarak geçtiği İstanbul; kıtalararası bilgi, mal, teknoloji aktarımında uygarlığın düğüm noktasıdır. Bu köklü ve renkli tarih, Anadolu’nun Avrupa’ya açılan kapısı konumundaki Pendik’te derin izler bırakır.

Türk Tarih Kurumu Başkanlığı da yapmış Şevket Aziz Kansu 1961 yılında Pendik’te bir süre kazı çalışması yürütmüştür. Marmara Bölgesi ve Trakya’da Prehistorik İskân Tarihi Bakımından Araştırmalar (2) isimli yazısında Kansu, Pendik'te Paleolitik tipte piyeslere tesadüf ettiklerini bildirir.

Kansu, bu bölgede Fikirtepe kalkolitik yerleşme yeri kültür malzemeleriyle benzerlik gösteren keramikten geometrik desenli, büyük ve küçük kadeh, testi, küp, kemikten yapılmış bız iğne, olta, kaşık, sipatül, idol, obsidiyenden yapılmış minik kesici, cilalı balta vb. eserler bulduklarını anlatır.

Kansu, makalesinde bu durumu “Pendik Prehistorik İstasyonunun önemi, Fikirtepe kültürü ile çağdaş ikinci bir yerleşme yeri olmasıdır. Biz bu kültüre Marmara Kıyısı Prehistorik Kültürü adını da şimdilik takabiliriz.” olarak açıklar.

1961, 1981 ve 1992’deki kazılar 7000 yıl öncesine ilişkin bilgiler sunarken Marmaray kapsamında Pendik Höyüğü’nde yürütülen bugünkü çalışmalar, Pendik’in geçmişinin 8400 yıl öncesine kadar gittiğini gösteriyor.

Göçebelikten Yerleşik Düzene
Pendik’te Paleolitik Dönem’in gezginci-avcı yaşamın yerini, çiftçiliğe dayalı yeni bir yaşam biçimi almıştır. Balıkçılıkla da uğraşan yeni köylerin oluşturulduğu Neolitik Dönem’de (MÖ 6600 - 5800) toplum yaşamında köklü değişiklikler yaşanmıştır.

Bu dönemde buğday ve arpa gibi tahıllar, baklagiller tarımsal üretimin ilk öğeleridir. Tarımın yanında sığır ve koyun gibi hayvanlar evcilleştirilerek hayvancılığa ilişkin ilk adımlar atılır. Yine bu dönemde inanç sistemleri, ticaret ve mülkiyet ilişkileri değişikliklere uğramış ve yeni bir yaşam biçimi doğarak üretimin devamlılığı yerleşikleştirilmiştir.

Bu yeni yaşam biçimi, araç ve gereçlerin gelişimini de etkilemiş, yiyecek içecek hazırlamak ve bunları saklamak için kilden kap kacak yapımını ortaya çıkarmıştır. Çalışmaların yapıldığı tarihlerde modern konutların ilk temellerini oluşturan evlerin yanında mezar izlerine de rastlanılmıştır.

OSMANLI ÖNCESİ DÖNEM
İstanbul Boğazı ile Sakarya Nehri arasındaki bölgeye yerleşen ilk devletlerden biri olan Frigler’in kolu Bebrikler, bugünkü Pendik’e Bebrikya dedi.

MÖ 650 yılında bu bölgeye yerleşen ve Bitinya adını veren Bitinler ise Anadolu'ya hakim olmak isteyen Perslerin egemenliği altına girse de bir süre sonra Bitinya Krallığını kurar.
              
Roma İmpatorluğu, MÖ 85 yılında Kalkhedon'a (Kadıköy) ayak bastıktan sonra MÖ 74 yılında Pendik'in de bağlı olduğu Bitinya'yı egemenlik altına alır. Pendik, MS 255’te Got İstilası sonrası diğer bir hükümdarlık olan Perslerin Kadıköy'e yaptıkları seferlerin de uğrak yeri olmuştur.

Pendik'in İslâm’la tanışması 668 yılında Ebu Süfyan komutasındaki orduların Üsküdar'a kadar ilerledikleri seferle gerçekleşir. 941’de Rus İstilasına uğrayan Pendik ve çevresi, 1071 Malazgirt Savaşında Müslüman Türklerce egemenlik altına alınır.

1096 Haçlı Seferlerinde tahrip edilen Pendik, 1204 yılında İstanbul’u ele geçiren Katolik Haçlıların Latin Devletine ev sahipliği yapar.  

OSMANLI DÖNEMİ
Pendik, ILK Defa 1328'de Aydos Kalesi'nin fethiyle Türklerin eline Geçer. Kalenin fethini gerçekleştiren Kara Gazi Abdurrahman, Orhan Gazi Tarafından Gerçekleştirilme Aydos Tekfurunun kızıyla evlendirilir.

Yıldırım Beyazıt Dönemi’nde doğuya yapılan seferleri fırsat bilen Bizans, Pendik’i birkaç defa eline geçirmiş olsa da Fatih Sultan Mehmet Han’ın 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle Pendik, kesin olarak Türk-İslâm Medeniyetine ev sahipliği yapacaktır.

İskân amacıyla Anadolu'dan gelen Türkler, Pendik’teki Kurtköy, Dolayoba, Yayalar, Şeyhli gibi köyleri kurmuşlardır.     

100 Yıl Yangınları
İlki 1798’de olmak üzere üç büyük yangın geçiren Pendik son olarak 1889 yangınında 1.200 konut ve ticarethane yanarak yok olmuştur. Bu dönemde İstanbul’un çeşitli noktalarında sıkça görülen yangınlarda can ve mal kayıplarının önüne geçmek için Sultan II. Abdulhamit, orduda bir İtfaiye Teşkilatı kurdurmuştur.

Türkiye’nin İlk Planlı Kasabası
Padişahın emriyle Ayan Meclisi Senato Hariciye Encümen Reisliği görevini yürüten Azaryan Efendi, Pendik’in yeniden imar edilmesi için görevlendirilmiştir. Paris’ten getirilen mimar ve mühendislerce kasabanın ilk planları çizilmiş, şehrin kurulması için çalışmalara başlanmıştır. Böylece Pendik, Türkiye’nin ilk planlı kasabası olma unvanını kazanmıştır.
              
Azaryan Efendi bu planı çizdirirken isminin ilk harfi “A”yı Pendik’in ortasına işler. Harfin ayakları sahile uzanacak şekilde planlanır. Belediye binasının önündeki parkta birleşen Gazipaşa ve İsmetpaşa Caddeleri harfin iki ayağını, Dr. Orhan Maltepe Caddesi ise harfin gövdesini oluşturmaktadır.
        
CUMHURİYET DÖNEMİ
1. Dünya Savaşı sonrası gerçekleştirilen işgallerden Pendik de nasibine düşeni almış, 5 yıl boyunca Kemikli Dere Mevkii’nde İngiliz Karakolunun esareti altında kalmıştır.

KAYNAKÇA

(1) Tarih Öncesi Dönemlerin İstanbul’u, Bizantion’dan İstanbul’a Bir Başkentin 8000 Yılı - SSM Sergi Katalogu
(2) Marmara Bölgesi ve Trakya’da Prehistorik İskân Tarihi Bakımından Araştırmalar (1959-1962) – Belleten Cilt XXVII

E-Belge Sorgu Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
0216 458 99 00

 

Loading...
MALTEPE'NİN TARİHİ BİZANS'A KADAR DAYANIYOR
Maltepe'nin tarihi Bizans İmparatorluğu'na dayanmaktadır. O devirlerde adının "Bryas" veya Latince adıyla "Urias" olduğu söylenir. Diğer bir bilgiye göre ise Bizanslıların tarihinde "Pelekanon" dur.Bryas adının tarihçiler tarafından Küçükyalı'da eski Akduman pınar'ı yakınlarında bulunan Bryas Sarayı harabelerinden aldığı belirtilmekte ise de kesin kanıt yoktur. Bu nedenle bu günkü Maltepe 16.yüzyılda burada kurulmuştur.Bu küçük sınır kasabasının 1509 yılındaki depremde yıkıldığı ve Dragos eteklerinde bulunan ve bu yüzyılda "Obnias"veya"Abrias" adı ile anılan bu kasabanın harabeleri 1540 yılında ünlü Fransız nebetatçısı ve seyyahı "Pierre Gylli" tarafından görülerek tespit edilmiştir.Pelekanon adı üzerinde duran tarihçiler ise 3.Andronikos ile Orhan Gazi arasındaki savaşın (1329-1330) Maltepe ve çevresinde olduğunu söylemektedirler.

Bu görüşün kaynağı ise ünlü tarihçi Hammer'dir. Buna rağmen Pelekanon savaşı'nı araştıran tarihçi 6. Mırmıroğlu çeşitli kanıtlara dayanarak Pelekanon Savaşının Darıca ile Eskihisar arasındaki Manastır Mevkii'nde olduğunu ileri sürmüştür.
 
Yapılan bütün bu araştırmalardan da anlaşılacağı gibi Maltepe yüzyıllardır önemli bir yerleşim bölgesidir. Bu günkü Maltepe adı ise "Höyük Tümülüs "(Yığmatepe) içinde hazine ve define veya küp dolu altınların yığıldığı tepe anlamına gelmektedir.Kocaeli Yarımadası'nın Türkler tarafından fethinden sonra Türkler Dragos'la ilgili birkaç efsaneye dayanarak bu ismi vermiştir.Tarihçi Hammer bu kıyı şeridindeki bütün tepelere "Maltepe denildiğini söylemektedir.
 
İSTANBUL'UN FETHİ'NDEN SONRA MALTEPE'NİN ÖNEMİ ARTTI
Osmanlı İmparatorluğu kurulmadan önce Türk akıncıları Bizans egemenliği altında bulunan Kocaeli Yarımadası'na akınlar düzenlemişlerdir.Bu akıncıların Üsküdar'a kadar geldikleri bilinmektedir.1075 yılında İznik ve çevresini fethederek Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurarlar. Süleyman Şah İstanbul Boğazı'na kadar dayanmıştır.Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra Maltepe ve Çevresi yine Bizanslıların egemenliği altına girmiştir.Osmanlı İmparatorluğu kurulduktan sonra 2. Osmanlı Padişahı Orhan Gazi'nin döneminde komutanları" Akça Koca, Konur Alp, Gazi Abdurrahman" tarafından Türk egemenliğine alınmıştır.İstanbul'un Türkler tarafından fethinden sonra Maltepe'nin tarihi konumu daha da artmıştır.

FEYZULLAH EFENDİ VE SÜREYYA PAŞA'NIN HİZMETLERİ...
Bağdat yolu üzerinde olan Maltepe Osmanlı Ordusu'nun Üsküdar 'dan sonra ikinci durak yeri olmakta ve ordugah Maltepe' de kurulmakta idi. Fatih Sultan Mehmet'in 300.000 bin kişilik ordusunun başında 27 Nisan günü Üsküdar'a geçtiği ve burada hastalanıp birkaç gün istirahattan sonra tekrar yola çıktığı, Üsküdar' la Gebze arasındaki Tekfur Çayırı ve Sultan Çayırı diye anılan Hünkar Çayırı Mevkii'nde tekrar hastalanıp 3 Mayıs 1481 de öldüğü İsmail Hami DANIŞMENT tarafından yazılmıştır.Danışment'e göre bazı Osmanlı kayıtlarında Üsküdar ve Gebze arasında bulunan Hünkar Çayırı Maltepe'dedir.Evliya Çelebi'nin Seyahatname adlı eserinin 1. Cildinde de Fatih Sultan Mehmet 'in Maltepe yakınlarında öldüğü ifade edilmektedir.Osmanlı döneminde Maltepe askeri konaklama yeri olarak önemli bir mevki idi. 18.yy Kazasker Feyzullah Efendi'nin çabalarıyla Maltepe daha da gelişerek yeni bir çehreye bürünmüştür.(1699-1761) Şeyhülislam Ebu'l Hayr Efendi'nin oğlu olan 1749?da Rumeli Kazaskerliğine getirilen Feyzullah Efendi de (1755 ve 1757) iki defa "Şeyhülislamlığa" atanmış ve 1758 yılında 3. Mustafa tarafından azledilerek Sütlüce'deki evinde oturmasına izin verilmiş, ölüncede Sütlüce Deresi'nde yaptırmış olduğu zaviyeye gömülmüştür.Eski Maltepe'nin Feyzullah Efendinin Çiftliği olduğu söylenir.Kayış Dağı memba Suyunu Maltepe'ye toprak künklerle Feyzullah Efendin getirmiş bununla da yetinmeyip bu günkü Feyzullah Camii'nin yanındaki asmalı kahvenin önünde bulunan çeşmeyi de kendisi yaptırmıştır.Maltepe'de ilk cemiyet 1910 yılında Uhuvvet-i Osmaniye adı altında Miralay Süreyya İLMEN tarafından kurulmuştur.Maltepe ye ilk kez 14 Nisan 1912 yılında Sayeste Kadı Efendi adı verilen bir ilkokul yapılmıştır.Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Selanik, Drama, Kavala Yöresi'nden Türkiye'ye mübadele ile gelen Türklerin 1500'ü Maltepe'ye yerleşmiştir.
 
Narlıdere Çiftliği adıyla bilinen bugünkü Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Merkezi Maltepe'nin gelişmesine büyük emeği geçen Süreyyapaşa tarafında yapılmıştır.(1874-1955) Cumhuriyeti izleyen yıllarda Maltepe büyük bir yangın geçirmiş bütün ahşap evlerle birlikte Feyzullah Efendi Camii'de yanmıştır.1928 yılında Maltepe Belediyesi kurulmuştur.Maltepe'nin İmar Planı ise 1945'te yapılmıştır. İmar Planından sonra Maltepe'nin yerleşim bölgesi demiryolu hattı olmuş 1960 'dan sonra da yerleşim daha yukarılara dağılmış olup E-5 üstünde de hızlı bir gelişme kaydetmiştir.Yüzölçümü (Ferhatpaşa Mahallesi ile) 5200 hektar alan üzerine kurulmuş olan Maltepe, Kocaeli Yarımadası'nın güney batısında, İstanbul İli'nin Marmara denizi kıyısında yer alır.Kartal,Kadıköy, Samandıra, Sarıgazi,Ümraniye ve Adalar Belediyeleri ile komşudur.

E-Belge Sorgu Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 4 360

 

Loading...
Küçükçekmece; İstanbul’daki yaşam izlerinin başlangıç noktasıdır. Birçok jeolog ve antropolog tarafından yapılan araştırma ve incelemeler, bölgenin oldukça eski bir geçmişe sahip olduğunu ve burada tarih öncesinde insanların yaşadığını göstermektedir.

Küçükçekmece; İstanbul’daki yaşam izlerinin başlangıç noktasıdır. Birçok jeolog ve antropolog tarafından yapılan araştırma ve incelemeler, bölgenin oldukça eski bir geçmişe sahip olduğunu ve burada tarih öncesinde insanların yaşadığını göstermektedir.

Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyindeki kayalık bir yamaçta bulunan Yarımburgaz Mağaraları’nda rastlanan buluntular, İstanbul’da tarih öncesiçağda, buraya ilk yerleşen insanların balıkçılık ve avcılıkla geçinmekte olduklarını ortaya koymaktadır.

Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyindeki yarımadanın üzerinde birkaç kilometrelik surlarla çevrili liman yapısı, mendirek ile kıyılarda Helenistik-Geç, Roma-Bizans dönemlerine ait olduğu düşünülen çok sayıda yapı kalıntıları tespit edilmiştir. Yazılı kaynak taramalarına göre, bu yapı kalıntı-larının Helenistik dönemde var olduğu bilinen “Bathonea” adlı antik kent olduğu ortaya çıkmıştır.

Küçükçekmece, Bizans’ı, imparatorluğun batıdaki topraklarına ve Avrupa’ya bağlayan “Via Egnetia” adı verilenana yol üzerinde bulunması nedeniyle stratejik bir konuma sahipti. Bu konumu nedeniyle, tarih boyunca İstanbul’a yapılan akınlarda hedef haline gelmiş, Hunların, Avarların,Peçeneklerin, Bulgarların ve Haçlıların saldırılarına maruz kalmıştır.
Küçükçekmece, İstanbul’un fethinden hemen önce Türk hâkimiyeti altına girmiş ve fetihten sonra Fatih Sultan Mehme tarafından yolları ve köprüsü tamir ettirilerek imar edilmiştir.

Çekme-i Küçük (Küçük-Çekme) adını alan kasaba,camiler, medreseler, hanlar, hamamlar ve çeşmeleriyle önemli bir konaklama yeri olmuştur. İdari olarak Haslar kazasına bağlı bir kasaba olan Küçükçekmece, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Başdefterdarı Abdüsselam Çelebi tarafından bayındır bir hale getirilmiştir. 1865 yılında Bab-ı Zabtiye İdaresi’ne bağlanmıştır.1877 yılına ait Devlet Salnamesi’nde İstanbul’un idari bakımdan Üsküdar, Beyoğlu, Kaza-ı Erbaa ve İzmit olmak üzere 4 mutasarrıflığa bölünmüş olduğu kayıtlıdır. Merkezi Çatalca olan Kaza-ı Erbaa, Büyükçekmece, Silivri, Terkos ve Küçükçekmece’yi kapsıyordu. Küçükçekmece, 1878 yılında da Şehremaneti (İstanbul Belediyesi)’ye bağlandı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Yeşilköy nahiyesinin bir köyü statüsünde bulunan Küçükçekmece, 1956 yılında nahiye merkezi oldu. 1981’de Avcılar, Halkalı, Sefaköy Belediyeleri’ni bünyesine alan Küçükçekmece, yeni bir belediye şube müdürlüğü olarak İstanbul Belediyesi’ne bağlandı.

Küçükçekmece İlçesi 04.07.1987 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 3392 Sayılı Kanunla biri köy 25’i mahalle olmak üzere toplam 26 yerleşim yeri, Bakırköy ilçesi’nden ayrılarak kurulmuş bir ilçedir. Fiilen ve törenle hizmete girmiş
tarihi ise 15.07.1988’dir

E-Belge Sorgu Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 4 578

Loading...
 Kartal Bizans İmparatorluğu döneminde VI. yüzyıl başlarında "Kartalimen" isminde küçük bir balıkçı köyü olarak kuruldu. "Kartal" adını ilk defa sahilde balık avlamak için gelip buraya yerleşen "Kartelli" isminde bir balıkçıdan almıştır. Bizans zamanında, liman önemi taşıyan bu beldeye "Kartalimen" denildiği de bilinmektedir.

Kartal İlçesinin tarihî gelişimini 6.asrın başlarından itibaren tetkik etmek mümkündür. İlçenin Samandıra ve Yakacık gibi yerleşim birimlerinde yapılan kazılarda çıkan tarihî eserlerin Bizans devrine ait oldukları anlaşılmıştır. 1080-1083 yıllarında bütün Anadolu'yu alan Selçuklu Sultanı Süleyman Şah tarafından Pendik, Kartal ve Maltepe'nin fethedilmesinden sonra bu hükümdarla zamanın Bizans imparatoru arasında Dragos Çayı hudut olarak belirlenerek 1084 yılında bir antlaşma yapılmış ve Süleyman Şah bu hududun dışına çıkmamayı taahhüt etmiştir. Bu çay bugünkü Maltepe'nin batısında Maltepe ile Kartal arasında sınırı teşkil eden ve Dragos tepesinin yanından geçerek denize dökülen küçük bir sudur. İşte Anadolu'da Türklerle Bizanslıların ilk hududu bu anlaşma ile tespit edilmiştir. Kartal, 1400 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır.

Kartal'da ilk vapur iskelesi 1857 yılında inşa edilmiştir. O dönemlerde küçük bir yerleşim mahalli olarak kalan Kartal, 1873'te Haydarpaşa-Pendik banliyö hattının açılmasından sonra nispeten hareketlenmeye başlamıştır. 1908'de Meşrutiyetin ilanına kadar Üsküdar Mutasarrıflığına bağlı Sancak olarak idare edilmiş, bu tarihten sonra İstanbul iline bağlı bir ilçe olmuştur.

1947'de Kartal ve çevresinin sanayi bölgesi olarak belirlenmesiyle, ilçenin nüfusu ve üretimi artmıştır. Halen İstanbul içindeki en önemli ticaret ve sanayi bölgelerinden biridir. Kartal İlçesi yerleşim bölgesi olarak verimli topraklara sahiptir, yeraltı memba suları azımsanmayacak kadar fazladır, Ayazma'sı meşhurdur ve İstanbul'un balkonu sayılabilecek Yakacık gibi bir tabiat harikasına sahiptir, bu tarihî ve kültürel zenginlikleri ile oldukça göz kamaştırıcı bir ilçedir.

E-Belge Sorgu Vergi Ödeme Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 23 00

 

Loading...
Kağıthane Köyü Bizans’taki Barbyzes olan derenin kenarına Pissa ismiyle kurulur. Köy ve civarında yapılan çeşitli kazılarda elde edilen bilgilere göre, köydeki yerleşimin roma dönemine uzandığı söylenebilir. Bu bölgede Roma dönemi mezar taşları çıktığı gibi, derenin Haliç’le birleştiği ve Alibeyköy deresi ile üçgen bir tepede yapılan bir temel kazısı sırasında antik çağa ait büyük bir mabet ortaya çıkartılmıştır. Söz konusu eserler halen İstanbul Arkeoloji Müzesindedir.

Kağıthane tarihinin temel özelliği görkemdir. Bu görkemli geçmiş, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemi olan Lale Devri dönemini kapsar. Bu geçmişte Osmanlı İmparatorluğunun batılılaşma serüveninin bütün izleri de görülür. Kağıthane'nin tarihi İstanbul'un tarihi kadar eskidir. Haliç, özellikle Kağıthane deresi ve çevresi, Bizans döneminden başlayarak, İstanbul'un önemli coğrafyalarından biri olmuştur. Ne var ki Kağıthane'nin adı daima Haliç ile birlikte anıla gelmiştir. Bugün İstanbul'un ilk çekirdeği olan Byzantiyon kurulmadan önce Haliç üzerindeki ilk yerleşmenin bugünkü adlarıyla Alibeyköy ve Kağıthane derelerinin Haliç'e döküldüğü yerde Semystra altarı yanında kurulduğuna dair Bizanslı Dionisos'un naklettiği bir söylence vardır ve tarihi kaynaklar Bizanslı Dionisos'un naklettiği söylentiyi doğrulamaktadır.
İstanbul surlarının yakın çevresinde kurulan köylerden biri olan Kağıthane'nin tarih sahnesine çıkışı ilk kez 626 yılına rastlar. Bu tarihte Avarlar'ın İstanbul'u kuşatması sırasında avar hanı daha çok slav kavimlerinden oluşan birliklerini Kağıthane'de konuşlandırmış, Kağıthane deresinin halice döküldüğü yerde kayıklardan kurulu bir hücum filosu oluşturmuştu. İstanbul'u savunan Patricius Bonus, Avar halkının bu planını öğrenince ani bir baskınla bu filoyu yok etmişti.
Bazı tarih kaynaklarında ise buradaki kağıt imalathanesinin çok daha eskilere dayandığı, İstanbul'un fethi sırasında burada zaten bir kağıt değirmeninin var olduğu ve bu değirmenin II. Beyazid dönemine kadar çalıştığı yazılıdır. Evliya Çelebi 17. y.y.'da Kağıthane ve çevresine tanıklık ederken, burada harap durumda bir Kağıthane'nin bulunduğunu yazmıştır. Öte yandan İstanbul'un fethinden sonra Kağıthane sarayın ve İstanbul halkının gereksinimi olan sebze ve sütün bir bölümü buradaki ağıl ve bostanlardan sağlanmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman Kağıthane'nin mesiresini görünce çok beğenmiş, avlanmak ve dinlenmek için sık sık buraya gelmeye başlamış. II. Beyazid döneminde yapılan Baruthaneyi kagir olarak yeniletmiştir. Kağıthane, suyunun bol oluşu nedeniyle Kanuni ile birlikte hem bir mesire , hem toplantı yeri, hem de o döneme göre bir sanayi bölgesi oldu. XV. yüzyıldan başlayarak, doğal güzellikleri ve koruları ile ünlenen Kağıthane, çok sevilen bir eğlence yeri haline gelmiş ve bu özelliğini uzun yüz yıllar korumuştur. XVII. yüzyılın ünlü şairi Nefi'nin şu beyti Kağıthane’nin o yüzyıldaki kimliğini sergilemektedir:
" Mahşer olmuş sahn-i Kağıthane Dünya buradadır. Cennete dönmüş güzellerle temaşa bundadır."
O yıllarda Kağıthane’de; Lale tarlaları, havuzlar, fıskiyeler ve renk renk görünen Köşkler birbirini tamamlayan unsurlardı. Göz kamaştıran Kağıthane bahçe ve Kasr’larının öyküleri, halk arasında türlü dedikodulara yol açmış, bilhassa eğlencelerin alıp yürümesi, hoşnutsuzluklara, eleştirilere neden olmuştur. Edebiyatımıza da konu olan bu görünüm ve yapıtlar Patrona Halil İsyanı’nda yıkılarak düz bir alan haline getirilmiştir. Kağıthane eğlence merasiminin zamanı İlkbahardı. Hıdırellez’den itibaren Halk kayıklarla, arabalarla tatil günlerinde bu yöreyi doldururdu.
Nitekim Haliç’e doğru Kağıthane ve Alibeyköy dereleri kıyılarında devletçe parsellenerek, devrin ileri gelenlerine verilen arazide yaptırılan ve sayıları 170’i aşan birbirinden zarif Köşk ve güzel bahçelerle Kağıthane bir yazlık dinlenme sitesi haline gelmişti. Halkın kullandığı geniş mesire çayırlıklarıyla kuşatılan bu kasırlar topluluğu, Sadabad Sarayı ve bahçesiyle birleşerek Haliç’ten Kağıthane köyüne kadar birbirinden güzel bir dizi peyzajı içeren bir bahçe ve su şehri oldu.
Böylece Osmanlı tarihi içinde peyzaj mimarlığı yönünden kentin belli bir kesimi planlı bir biçimde ve kısa bir zaman süresinde rekreasyon amacıyla geliştirilmesi gibi bir olgu ile karşılaşmaktayız. Bu gelişmenin olduğu “Lale Devri”nde doğa ve bahçe tutkusu sınırlarını aşarak halka kadar ulaştı. O devirde genel kültürümüzün çeşitleri sanat bölümlerindeki gelişmeler bahçe sanatı da önemli bir yer almıştır.
Kağıthane’nin en önemli tanıklarından biri de Şair Nedim olmuştur. Onun meşhur şiirinden bir dörtlük şöyledir:
“Bir sefa bahşedelim gel şi Dil-i naşade, Gidelim serv-i revanım yürü Sa’dabad’a, İşte üç çifte kayık iskelede amade, Gidelim serv-i revanım yürü Sa’dabad’a.”
Doğal bir çayırlık olan Kağıthane; vadi tabanı, su kıyısı ve vejetasyonun da bir kordon gibi dere boylarını takip etmesi ile ortaya çıkan bir görünümdeydi. Gürgen, çınar, kızılağaç, söğüt, ardıç ağaçlıklarının doğal olarak kümelenmiş vadiyi kuşatan dik sırtlar ve tepeler, maki vb. toplulukları ile kaplı idi. Bodur, yaprağını dökmeyen meşe, yabani sakız, funda, defne, Laden, kocayemiş,katır tırnağı, ateş dikeni,erguvan, çeti vb. çoğunluğunu her dem yeşil makiler teşkil ettiği bu gümrah dokuya yer yer Belgrat ormanlarının uzantısını oluşturan yapraklı orman ağaçları hatırlatılırdı.
Derenin adı ise Barbyzes'tir. Bizans döneminde Kağıthane vadisi ormanlıkları, av sahası;  dere kıyılarındaki geniş çayırlıklar ise mesire alanı olarak kullanılmaktadır. Ayrıca Pissa köyü ile Haliç arasında kalan bölgede dere kıyısında bir kaç tane kağıt imal atölyeleri bulunmaktadır. Osmanlı döneminde de Kağıthane vadisi, av sahası ve mesire alanı olarak kullanılmaya devam eder. Buradaki Bizans kağıt atölyelerinden dolayı köy ve dere "Kağıthane" diye anılmaya başlar. Kağıt atölyelerinin II. Beyazıt dönemine kadar kullanıldığı sanılmaktadır. Yine II. Beyazıt tarafından Kağıthane'ye (dere kenarına) bir baruthane kurulur. Geniş ve niteliği yüksek çayırları nedeniyle sarayın atları burada otlatılmaya başlanır.

Saray ahırlarının ve hayvanlarının sorumlusu "Mir-i Âhur" un makam köşkü Kağıthane'ye kurulur. Saray ahırları ve saraya ait çayırlıklar da buraya alınır. Atların çayıra çıkma mevsiminde Mir-i Âhur köşkünde padişaha ziyafet verilmesi kanun gereğidir. Kağıthane Baruthanesi, Kanuni Sultan Süleyman tarafından yangına karşı önlem olması açısından kagire çevrilir, kubbesi de kurşunla kaplatılır.
İstanbul üzerine çeşitli eserler yazmış olan Doğan Kuban, özellikle İstanbul'un tarihi yapısı eserinde kentin gelişimini genel çizgileriyle betimlemekte, bu arada Kağıthane'yi de bu tarihi gelişimin içine oturtmaktadır. Üçüncü Ahmet devri bu gün ancak çok soluk hatıralarını görebildiğimiz bir İstanbul yaratmıştır. İmparatorluk nıspi bir sulh devresine girmişti. Osmanlı dünyasına batıya şimdiye kadar olmayan bir ozmosun havası hakim olmaya başlıyordu. Gerçekte batıyla ilişkiler sadece Osmanlılar için değil fakat, daha doğuda İranlılar için de bu devirde artmıştır.Batıda 14. ve 15. Louis devirleriyle doğuda Safavi saltanatının haşmetli mimari ve şehircilik uygulamalarının aşağı yukarı eş zamanlı bir örneğini İstanbul'da Lale devrinde buluyoruz. Yüz yılın bu ilk çeyreğinde büyük imar hareketi Kağıthane'de Sâdâbâd kompleksinin temelinin atılmasıyla başlıyordu. Kağıthane deresinin mecrası değiştirilmiş ve Halicin doğu yakasında baruthaneye kadar uzanan mermer rıhtımlar yapılmış ve bu yeni suni kanal etrafına bahçeler,havuzlar,küçük köprüler arasına kasırlar yerleştirilmiştir. Ayrıca, çevreye diğer devlet büyüklerinin yaptıkları köşk ve kasırların batıya bahariye sırtlarına kadar çıktığını A. Refik bey belirtiyor. Alibeyköyü yakında başka bir kasr-ı hümayun , hüsrevabad vardı. Halicin iki yakasında da saray mensuplarına ve diğer devlet erkanına ait başka köşkler inşa edilmişti. Yüzyılın diğer iki karakteristik gelişmesinin de şehir tarihi ve fizyonomisi açısından önemi büyüktür. Bunların birisi Lale devrinden itibaren Türk bahçesinde belgelerden edinilen izlenime göre Fransız saray bahçelerinden esinlenen bir mimari düzen fikrinin girmesidir. Şüphesiz İslam uygarlığında bölgenin iklim koşullarının da etkisi altında suyun hakim rol oynadığı büyük bahçe fikri batıdan önce vardı. Osmanlı devrinin ilk zamanlarından itibaren İstanbul çevresine yayılan büyük has bahçelerin varlığı bir gerçekti. Fakat, Sadabad'ta olduğu gibi büyük su kanalları bunların iki tarafını bir birine bağlayan köprüler, bunlar arasına serpiştirilmiş kasırlarla yabancı seyyahlarla Fontainebleau veya Marly'yi hatırlatan bahçe fikrinin İstanbul'a Lâle devrinde girdiği anlaşılıyor. Üzüntüyle belirtmek gerekir ki bu bahçelerinde en ufak bir izi kalmamıştır. Bunun sebebi bahçeleri süsleyen yapıların az ömürlü malzemelerden yapılmış olmasıdır.

SADABAD SARAYLARI
III. Ahmed döneminde sarayda başlayan halka açılma ve mimaride sivilleşme hareketi sonucu Kağıthane deresi üzerine bir yazlık saray yaptırılır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın bizzat üzerinde durarak yapılan çalışma neticesinde saray üç ayda bitirilir. Açılış sırasında şairler padişaha söyledikleri methiyelerde sarayın adını "Sadabad" olarak koyarlar. 1722'de kurulan Sadabad Sarayı ve önündeki Çadır Köşkü, su mimarisine yönelik olarak derede yapılan değişiklikler ile kurulan havuzlar ve çağlayanlar, (Cetvel-i Sim=Gümüş dere, Gümüş Cetvel) 1730'a kadar bütün görkemiyle yaşar. Bu sekiz yıllık dönem içinde saraydan Haliç’e kadar her iki yamaca toplam 173 adet kasır kurulur. Kaynaklara göre vezirlere ve paşalara ait bu kasırların her biri birbirinden güzel ve göz alıcıdır. 1730'da patlak veren Patrona Halil isyanında kasırların tamamı önce yağmalanır sonra tamamen yakılır. Sadabad Sarayı'nın yakılmasına ise o sırada 3. Ahmed'in yerine geçen I. Mahmud izin vermez. Fakat tahrip edilmesine de ses çıkarmaz. Uzun süre bu haliyle kalan Sadabad Sarayı'nı 3. Selim tamir ettirerek yeniden kullanmaya başlar. Bazı çevrelerin tepkilerinden çekindiği için önce bazı askeri manevraları ve talimleri Kağıthane'de yaptırır, bunları seyre gitmeye bahane olarak göstererek sarayı kullanır. II. Mahmud, 1809 yılında, birinci Sadabad Sarayı'nı artık iyice eskidiği için tamamen yıktırır ve döneminin mimarisine göre yeniden inşa ettirir. Sarayın tam anlamıyla bitirilmesi 1816'ya kadar sürer. II. Sadabad Sarayı ise yaklaşık 50 yıl ayakta kalır. Bu defa Sultan Abdülaziz tarafından 1862-1863'te ikinci saray yıktırılır ve yine aynı yere 3. Sadabad Sarayı (diğer adıyla Çağlayan Sarayı) yaptırılır. Sadabad Camii, 3. Ahmed döneminde yapıldığı gibi Sultan Abdülaziz dönemine kadar gelir. O da zamanın tahribatını yaşadığı için sarayla birlikte cami de tamamen yıktırılır ve yeni baştan yaptırılır. Bu nedenle Sadabad Camii'ne Aziziye Camii de denilir. Çadır Köşkü ise 2. Mahmud döneminde yeniden inşa edildiği haliyle1940'a ulaşır. O yıl, bir çınar ağacının üzerine devrilmesi nedeniyle yıkılır. Sadabad Sarayı 1943'te resmi eller ile yıktırılır. Yerine 1952’de tarihi yerin korunması koşuluyla askeri Levazım Okulu inşa edilir. Bina halen Kağıthane Belediyesi Hizmet Binası olarak kullanılmaktadır.

Atiye Sultan Sarayı
Sultan Abdülaziz zamanında II. Mahmud 'un kızı Atiye Sultan için yaptırılmıştır. Birbirinden bağımsız 5 ayrı binadan oluşan bir bütünsel yapıdır. İttihat Terakki döneminde Küçük Zabit Mektebi yapılır. Cumhuriyet döneminde 66. Piyade Taburu binası olur. 1970'lerin ilk yarısında askeriyenin boşalttığı kasır binası civar halkı tarafından peyderpey sökülür. Halen Kağıthane otobüs duraklarının arkasında taş kalıntılarının bir kısmı ayaktadır.

Poligon Sarayı
2. Abdülhamid tarafından Almanya’dan alınan mavzer tüfeklerinin denenmesi için Kağıthane'ye kurulan poligon sahasının başına atışları seyretmek üzere kurulur. İki odalı küçük bir saraydır. İttihat Terakki'nin ünlü celladı Yakup Cemil 1916'da burada kurşuna dizilir. Tamamen ayakta iken 1956'da yerine Gazhane yaptırılmak üzere yıktırılır. Halen yerinde İETT Poligon Otobüs Garajı vardır.

İmrahor Kasrı
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Sadabad'ın sarayın has bahçeleri içine alınması ile birlikte dere kenarına sahili olacak biçimde iki katlı olarak kurulur. Ahşap bir yapıdır. Sadabad'daki her inşai faaliyet zamanında tamir ettirilerek Sultan Abdülaziz dönenime kadar gelir. Sultan Abdülaziz, 3. Sadabad Sarayı'nı yaptırırken İmrahor Köşkü'nü de tamamen yıktırarak yeniden yaptırır. 1943'te Sadabad Sarayı ile aynı günlerde aynı kaderi paylaşır. Aynı işlem ile yıktırılır. Günümüzde yerinde Lale Sitesi bulunmaktadır.

ÇEŞMELER

III. Murat Çeşmesi
III. Murat, Mirahur (İmrahor) ziyaretinde alanda gezinirken bir çeşme yapılmasını emredince; III. Murat Çeşmesi ya da Mirahur (İmrahor) Çeşmesi denilen çeşme Mirahur Nuh Ağa tarafından yaptırılır. Sadabad alanının günümüze kalabilmiş en eski mimari yapısıdır. (Çeşme günümüze kadar ayakta kalabilmiş, geçtiğimiz yıl Sadabad Projesini yapan firma tarafından yeniden kurulmak üzere sökülmesine rağmen halen yerine konmamıştır. Yeri göçmen bloklarının karşısında TEM viyadüğünün altıdır)

Poligon Çeşmesi
Poligon Sarayı'nın üç subayı tarafından 1915'te maliyeti ceplerinden karşılanarak yaptırılır. Soğan kubbeli, selsebilleri bulunan çeşme 1970'li yıllara kadar kullanılır. Sonrasında tahrip olur. Halen İETT Poligon Garajı'nın yan tarafından viyadük ayağının dibinde, yol kenarında kalıntısı mevcuttur.

3.Ahmed Çeşmesi (Çeşme-i Nur)
1722'de birinci Sadabad Sarayı ile birlikte sarayın karşısına mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından inşa edilir. Çift yüzlü ve çatılıdır. Diğer adıyla Çeşme-i Nur da denir. Günümüze kalıntıları gelebilmiştir. halen Kağıthane Belediye Binası önünde çatısız şekilde durmaktadır.

2. Abdülhamid Çeşmesi
Diğer adıyla Yeni Çeşme de denilen bu çeşme, Atiye Sultan Sarayı önünde "Kağıthane Mesiresi" denilen çayırlığın orta yerine 2. Abdülhamid tarafından yaptırılır ve buradan Kağıthane Ayazması'nın suyu akıtılır. Dört yüzlü ve saçaklı bir çeşmedir. Günümüzde oldukça kötü 1987 restorasyonu ile sadece iki mermer aynası durmaktadır. Diğer iki ayna ise Kağıthane Merkez'de bulunan çeşmenin üzerindedir.

KÖPRÜLER

Sünnet Köprüsü
İmrahor Kasrı ile Poligon Sarayı'nın arasında, 3. Murad Çeşmesi'nin yakınında dere üzerindedir. 20. yüzyıla kadar çeşitli tamirlerle gelebilmiş, 1940'lar sonrasında yıktırılmış, yerine beton bir köprü yapılmıştır. Bu köprü de 1998'de kaldırılmıştır.
Doğancılar Köprüsü
Aziziye Camii'nin önünde yer alan saçaklı, süslü bir köprüdür. 20. yüzyıl ilk yarısında yok olmuştur.
Ahşap Köprü
Kağıthane Köyü’ne giriş için kullanılan köprüdür. Günümüzde yerinde eskisinden daha geniş beton bir köprü bulunmaktadır.

NİŞANTAŞLARI

2. Mahmud Nişantaşı
2. Mahmud'un Okmeydanı sırtlarından bir testiye yaptığı top atışı neticesinde atışın hatırasına dikilmiştir. Padişahın testiye vurması nedeniyle methiyelerin yazılı olduğu bir kitabesi vardır.Nişantaşı’nın üzerinde döneminde konulan 2. Mahmud tuğrası 15-20 yıl önce çalınmış, daha sonra Kağıthane Belediyesi tarafından bulunarak belediyeye kazandırılmıştır.
Kağıthane Merkez'deki Nişan Taşları
Günümüzde Nişantaşlar Mahallesi olarak bilinen bölgede yer alan fakat gecekondulaşma döneminde çoğu içinde altın bulma ümidiyle parçalanan nişan taşlarında arta kalanlardır. 1074'te dönemin belediye başkanı Celal Altınay tarafından yıkıldıkları yerlerden toplanarak korunmak amacıyla merkezdeki parka dikilmiş, böylelikle kurtulmuşlardır.

E-Belge Sorgu Vergi Ödeme Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 55 22

 

Loading...
Kadıköy’deki yerleşmenin başlangıcını oluşturan tarihsel çekirdek, Haydarpaşa Koyu çevresi ile Moda Burnu’nun oluşturduğu alan içinde yer almaktadır.Günümüzde bütünüyle kentsel alan içinde kalan ve yapılaşmış bulunan Kadıköy, Bostancı’ya kadar uzanan semt ve mahalleleri ile 19. yüzyılda iskan sahası haline gelmiştir.

M.Ö. 5000- 3000 arasında İstanbul çevresinde ilk insan yerleşmelerinin ortaya çıktığı söylenebilir. Anadolu yakasında yontma taş devrine ait ilk el baltaları İçerenköy’de bulunmuştur. Anadolu yakasında ve belki tüm İstanbul çevresinde tarih öncesine ait en önemli yerleşme alanı Fikirtepe kültürüdür. Fikirtepe İstanbul’un bilinen en eski çanak çömlekçi neolitik kültürüdür.

M.Ö. 1000 yılları civarında Fenikeliler tarafından Fikirtepe’de çeşitli kaynaklarda Harhadon adıyla anılan bir ticaret kolonisi oluşturulduğu bilinmektedir. Bu dönemde Kuşdili Deresi bir haliç şeklindedir ve kıyı çizgisi de bugüne göre çok içeride, Fikirtepe- Hasanpaşa arasındadır. Daha sonra bu ilk yerleşmenin karşısında Moda Burnu ile Yoğurtçu arasında Halkedon (Bakır Ülkesi) adıyla ikinci bir yerleşme daha oluşur. Halkedon (Kalkedon) bu dönemde Apollon Tapınağı ile ün salar. Haydarpaşa Çayırı ise Halkedonlular tarafından at yarışları için kullanılır.

M.Ö. 658’de Sarayburnu’na yerleşerek Bizans şehrinin nüvesini atan Bizans, yörenin güzelliğine hayran kalır ve bu güzel yer dururken karşı tarafta (Kadıköy’de) yerleşen insanları körlükle vasıflandırarak, Kadıköy’ü “Körler Diyarı” olarak adlandırır. Bu sebeple çeşitli kaynaklarda bu adla da anılmıştır.

Halkedon bundan sonraki yüzyıllarda çeşitli kuşatmalar geçirir. 1352- 1353’te Halkedon çevresi büyük ölçüde Osmanlı denetimine girer. İstanbul’un fethi sonrası Fatih Sultan Mehmet Halkedon’u, meşhur Nasrettin Hoca’nın kızının torunu olan ilk İstanbul Kadısı
13 Celalzade Hızır Bey’e verir. Buna izafeten yerleşme adının da Kadıköy olarak değiştiği söylenir.

Osmanlı Dönemi
Osmanlı döneminde Kadıköy çevresi Roma ve Bizans döneminde olduğu gibi, üst düzey yöneticilerin rağbet ettiği gözde bir sayfiye ve mesire yeridir. Bunun yanında önemli bir tarımsal üretim alanı olmaya devam eder. Haydarpaşa, Kuşdili Deresi (Kurbağalıdere), Çamlıca yamaçlarına doğru Acıbadem ve Koşuyolu ile Fenerbahçe, önde gelen çayır ve mesire alanlarıdır ve Bostancı’ya kadar uzanan geniş saha içinde yer yer sultan ve üst düzey yöneticilere ait köşk, sahilsaray ve bahçeler ile daha iç kısımlarda köyler yer almaktadır. 19. yüzyılın özellikle ilk yarısı, Kadıköy ve çevresinde temel karakteri mevsimlik kullanımlar oluşturmasına karşın, çökmekte olan imparatorluğun durumuyla doğru orantılı olarak askeri faaliyetlerin de etkisini hissettirdiği bir dönem olur.
Kadıköy, 1869 yılında o zamanlar daha büyük ve önemli bir merkez olan Üsküdar Sancağı’na bağlanmıştır. Uzun süre Üsküdar’a bağlı olan Kadıköy, 1930’da ilçe yapılmıştır.

Cumhuriyet Dönemi
İstanbul ve Kadıköy, Ulu Önder Atatürk’ün önderliğinde 6 Ekim 1923’te düşman işgalinden kurtarılmıştır.

Uzun süre Üsküdar’a bağlı olan Kadıköy, 23 Mart 1930’da ilçe olur. Bu tarihte Kadıköy’ün Kızıltoprak ve Erenköy olmak üzere iki bucağı vardır. Cumhuriyet’le birlikte Kadıköy bazı modern kentsel hizmetlerden de yararlanma imkanına kavuşmuştur. Bunlar 1928’de gelen elektrik ile 1927’de şirket olarak oluşturulup 1928’de Üsküdar-Kısıklı arasında 1929’da ilk seferlerine başlayan tramvaydır.
Sonraki yıllarda bölgeleme imar planının uygulanmasıyla Kızıltoprak-Bostancı arasında nüfus 10 yılda iki buçuk kat artmıştır. Geçmiş yıllarda da, İstanbul’daki iş yaşamı daha çok Avrupa yakasında gelişmişti. İş bitimi vapurlarla Kadıköy İskelesi’ne yanaşılarak Moda, Üsküdar ve Bostancı gibi yerleşim alanlarına Kadıköy’den ulaşım sağlanmaktaydı bu nedenle İskeleleri ve Haydarpaşa’sıyla Kadıköy sonraki yıllarda da bir geçiş hattı olmuştur.

1970’li yıllarda birinci Boğaz Köprüsü’nün açılmasıyla deniz yolunun önemi azalmış bunun sonucunda da , trafiğin ağırlıklı köprüye yönelmesi ile biraz hafiflemiştir. 1980’li yıllarda göçün hızlanması ile birlikte, Büyükşehir Belediyesinin ihdas edilmesi, yeni imar planlarıyla Kadıköy’ü yine gözde yerleşim yeri olarak öne çıkartmıştır. Bu dönemde yaşanan yeni imar planları, peş peşe çıkartılan imar afları, tapu tahsis belgeleri kentimizde yapı yoğunluğuna yol açmış ve sosyal donatı alanlarının azalmasına yol açmıştır. 1999 yılındaki depremden sonra yapılardaki yenilenme ihtiyacı, ve buna çözümmüş gibi ortaya atılan kentsel dönüşüm kavramı belirli bir kesime rantsal bölüşüm olarak, bir tehdit unsuru olarak karşımıza çıkmıştır. 

E-Belge Sorgu Vergi Ödeme Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
0212 449 55 00

 

Loading...
Çok eski devirlerde dağınık av evlerinin bulunduğu Güngören, Osmanlı Döneminde İstanbul'un Kağıthane ve Göksu’dan sonra önemli bir mesire yeri olmuştur. Bugün Güngören'in bulunduğu yerleşim yeri Vitos olarak da adlandırılan köy, İstanbul'da Samatya ve Yenikapı yemenici esnafının dokudukları yemenilerini, Padişahtan almış oldukları izinle suyu bol olduğu için yıkadıkları Güngören’dir. Güngören bugün Merter Tekstil ve Konfeksiyon Sanayicilerine yataklık etmesinden çok önce, Osmanlı yemenicileri için iş alanı olmuştur.
        
Güngören çok eski devirlerden kalma bir yerleşim alanıdır. Bu bölgeye eskiden Vitos denilmekte idi. Güngören eski tarihlerde Bizans'ın şaşa­alı devirlerinden İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmasına kadar bir Bizans köyüydü. Bizans İmparatorluğunun geçimine büyük katkıda bulunurdu. Ayrıca araziden Halkalı içme suyu kanallarının geçişi, dini öneme haiz Ayazmanın bulunuşu köyün değerini arttırmaktaydı.
 
Bizans’tan bugüne kadar gelen ve zaman zaman yerleşme nedeni ile tahrip edilen su kanallarının mevcudiyetine bugün bile şahit olmaktayız. Son zamanlara kadar Güneşlitepe mevkiinde, Bağcılar yolu üzerinde yol yapımı ne­deni ile iptal edilmiş su kanalı bacaları (kör kuyu diye isimlendirdiğimiz) Güngören ve Bağcılar’ı, Esenler'e birleştiren köprünün hemen yanındaki su tera­zisi güzel bir mimari örnek olarak karşımıza çıkar. Yine bu kanalların bir bö­lümüne Kartaltepe Haznedar birleşiminde Söğütler bölgesinde rastlarız.
 
Güngören-Soğanlı yolunun Köyiçi itibariyle Viranbağ yolu ile Davutpaşa Kışlasını (Şu anda Yıldız Teknik Üniversitesi Kampus Alanı) aşarak Şişe Cam Fabrikası önünden Topkapı’ya ula­şan yola Eski Edirne Yolu denmektedir. Bu yol İstanbul'un alınışında Fatih Sul­tan Mehmet'in ordularının geçişini sağlamıştır. Yol çeşitli coğrafi etkenlerle toprak altında kalmış, kullanılmaz hale gelmiştir. Daha sonra bu tarihi yolun önemi Londra Asfaltı'nın Avrupa yolu olarak yapılmasıyla tamamen kaybolmuştur. İstanbul'un Fethinden sonra 1611 yılında şimdiki Gençosman Camii ve Çeşmesi yapılarak genellikle buralarda yaşayan çobanların istifadesine sunulmuştur. O devirlerde şimdiki Merter bölgesinin yakınında Efes Pilsen Fabrikasının yerinde Sultan Murat'ın Av Köşkü bulunmaktaydı. Daha sonraları Rumlar Vitos köyünü terk edince Hükümet buraları iskan yeri olarak kabul etmiş ve Yunanistan’dan gelen mübadele göçmenlerini bu köylere yerleştirmiştir. Zamanla Güngören bir çiftlik haline getirildiğinden genellikle buraya Ahmet Merter Çiftliği denil­mekte idi. Rumlardan sonra Güngören mevkiinde 15 haneli bir köy bulunmaktaydı. İstanbul pazarlarında Vitos çayır bamyası en çok satılan ve aranan ürünlerden­di.
 
Güngören'in İstanbul'a çok yakın olması, 1950’lerden sonra nü­fusun artmasına köyün batı ve kuzeybatısı tarafında kalan arazilerin parselle­nerek yerleşim alanı olarak kullanılmasına neden olmuştur. Bugün bu bölgeye Par­seller adı verilmiştir. Ayrıca eski köyün batı kısmında kalan tarihi Haznedar Çiftliğinin bulunduğu alanda da yerleşim hızla artmış ve adeta köyün merkezi durumuna gelmiştir. Bugün Belediye binası ile çarşı bu semtte bulunmaktadır.
 
Güngören'in köy statüsü ise 1966 yılına kadar devam etmiştir. 1966 yılında Güngören adıyla Belediye kurulmuştur. Belediye Başkanlığı, 1980 tarihinde kaldırılarak, Şube Müdürlüğüne dönüştürülmüştür. Belediye Şube Müdürlüğü, 1 Kasım 1992 tarihine kadar hizmet vererek,yine aynı tarihte yürürlüğe giren 3806 sayılı 13 İlçe ve 2 İl Kurulması Hakkındaki Kanun gereğince Bakırköy İlçesinden ayrılarak, Güngören adıyla yeni bir İlçe kurulmuş 26.08.1992 tarihinde faaliyete geçmiştir. İlçemizin Kurucu Kaymakamı 10.08.1992 tarihinde göreve başlayan Hüseyin ATAK tır.
 
29.12.1993 tarihinde yürürlüğe giren 3949 sayılı 3 İlçe Kurulması Hakkındaki Kanun gereğince, Esenler'in İlçemizden ayrılması ile Güngören İlçesine 11 Mahalle kalmıştır. Güngören, coğrafi yönden çok güzel bir yerleşim alanına sahiptir. Eski köy Vitos deresinin batı yamacında kurulmuş, yıldan yıla gelişerek batıya doğru yayılmıştır. Bugünkü görünümü iki yamaçta güneyden kuzeye doğru uzanan ve yapıları günden güne modernleşen bir durum arzetmektedir.

E-Belge Sorgu Vergi Ödeme Borç Sorgulama Kent Rehberi İmar Durumu SANAL TUR


ÇAĞRI MERKEZİ
444 0 467

 

Loading...
İstanbul’un geç dönem yerleşimlerinden olan ve daha önce Taşlıtarla ve Küçükköy Mevkii olarak bilinen Gaziosmanpaşa, 1950’li yıllardan sonra gelişmiş, 1963 yılında da ilçe yapılmıştır.

Gaziosmanpaşa ilçe alanı eskiden Eyüp ve Çatalca ilçelerinin sınırları içindeydi. Bugün ilçe merkezinin bulunduğu topraklar 1950’lere kadar boştu. Eyüp ilçe sınırları içindeki bu topraklar kıraç ve taşlı olduğundan halk arasında Taşlıtarla olarak adlandırılırdı.

1950’den önce burada hayvancılıkla uğraşanların kurduğu ağıllarla birkaç atölye tipi imalathane vardı. 1952 yılında Balkan göçmenlerine devletin yaptırdığı evlerle başlayan Taşlıtarla serüveni, 1960’lı yıllardan itibaren sanayinin Rami ve Eyüp’e kaymasıyla büyük bir ivme kazanmıştır. Taşlıtarla 1958’e kadar Küçükköy’ün bir mahallesiydi. 1962’de yapılan bir araştırmaya göre Taşlıtarla’daki 18 bin gecekonduda yaklaşık 90 bin kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Nüfusun hızla artmasıyla birlikte 1963’te Taşlıtarla ilçe merkezi olmuş ve bundan sonra Gaziosmanpaşa adıyla anılmaya başlamıştır.

1985’de 291.715 kişilik İstanbul nüfusunun yüzde 5’ini barındıran Gaziosmanpaşa’da, aynı yıl kilometrekareye 1.790 kişi düşmekteydi. 1990’da ilçe nüfusu 393.667’ye nüfus yoğunluğu ise 2.415 kişi/km2’ye yükselmiştir. Gaziosmanpaşa, nüfus artış hızı açısından İstanbul’un önde gelen ilçelerinden biridir.

Öyle ki, 1997’deki nüfus sayımına göre ilçe nüfusu 7 yıl gibi kısa bir sürede 570.943 kişiye, nüfus yoğunluğu ise 3.900 kişi/ km2’ye yükselmiştir. 2007 yılı itibariyle Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yaptırılan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre 1 milyon 13 binlik nüfusuyla Türkiye’nin en büyük ilçesi olmuş ve bu sonuçla nüfus yoğunluğu bakımından Türkiye’nin 64 ilini geride bırakmıştır. Ancak 2009 yılı itibariyle Gaziosmanpaşa ilçesinden iki yeni ilçe, Arnavutköy ve Sultangazi ilçeleri doğmuş, Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki 5747 sayılı kanunla, Gaziosmanpaşa ilçesi üçe bölünmüştür. İlçemizin nüfusu 2014 yılında 498.120 olmuştur.

Bir zamanların Taşlıtarla’sı, bugün modern binaları, alışveriş merkezleri, bilgisayarlı okulları ve eğlence merkezleriyle yeni bir görünüm kazanmıştır. Gaziosmanpaşa’nın 2023 yılında İstanbul’un tercih edilen en önemli lokasyonu olmasını sağlayacak yatırımlara hız verilmektedir. İlçemiz, daha güzel ve daha konforlu yapılarla birlikte otoparkları, sosyal donatı alanları, eğitim kurumları, hastaneleri, cadde ve sokaklarıyla modern şehrin yükselen değeri olma yolunda hızla ilerlemektedir.